• İnançlı İşlem • Kesin Hükmün Şartları ve Etkisi • Taşınmazlara İlişkin İstihkak Davası • Miras Hukukundaki Külli Halefiyet Prensibinin Davada Taraf Olmaya Etkisi • İnançlı İşlem ve Muvazaanın Senetle İspatı
HUKUKÎ MÜTALAA*
A. GİRİŞ
İstanbul Barosu mensubu Sayın Av. E. E., tarafıma müracaat ederek müvekkilleri E.A., H.D. (A.), Ü.A. ve F.A. ile O. Ticaret Limited Şirketi arasında İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesi nezdinde E: 2011 / 186 sayılı dosya üzerinden görülmekte olan bir hukukî uyuşmazlık bulunduğunu dile getirmiş ve bu uyuşmazlık hakkında yazılı olarak bir hukukî mütalaa hazırlamamı talep etmiştir.
Sayın Av. E. E. şahsıma müracaatında söz konusu uyuşmazlıkla ilgili dava dosyasının bir örneğini tarafıma tevdi etmiştir. Dosya içindeki tüm belgeler tamamen objektif bir bakış açısıyla incelenmiş ve aşağıdaki bilimsel değerlendirmelere gidilmiştir.
B. İDDİA ve SAVUNMANIN ÖZETİ
I. Davacının Dava Dilekçesindeki İddialarının Özeti
Davacı O. Ticaret Ltd. Şti. vekili, 20.05.2011 tarihli 3 sayfadan oluşan dava dilekçesinde özetle, müvekkilinin … … Mahallesinde kâin ve tapuda … ada 38 ve 39 parselde kayıtlı taşınmazların maliki olduğu dönemde F.E. ve N.E.’nin şirketin bütün hisselerini paydaş ve mirasçılarından satın ve devraldığını, böylece şirkete malik olduklarını, ancak daha sonra şirketin paylarını devretmiş olan eski paydaş ve mirasçıların bundan pişman olarak, bir işlem yanlışlığı, eksikliği veya geçersizliği bahanesiyle, bu hisse devirlerinin iptallerini dava edip hisseleri başka şahıslara da satıp devredeceklerini öğrenince bunun önüne geçmek için şirketin maliki olduğu yukarıda anılan taşınmazları başka bir şahsa (çok inanıp güvendikleri K.A.’ya) satış vaadinde bulunduğunu ve bu sözleşmeye istinaden K.A.’ya şirket aleyhine hükmen tescil davası açtırdığını, şirketin derhâl davayı kabul ettiğini ve karar verildiğini, K.A.’nın alım-satım vaadinde ve daha pek çok konuda yetkili olmak üzere yine yakın dostlarından Z.A. ve M.K.S.’ye münferiden yetkili olmak üzere vekâletname verdiğini, K.A.’nın alım-satım vaadinde bizzat bulunmadığını, K.A.’nın da vekilinin de satış vaadindeki bedeli ödemediğini, şirketi temsil eden vekillerin de herhangi bir satış bedeli almadığını, sözleşmenin gerçekten alım-satım iradesi ile değil, inanca dayalı olarak gerçekleştiğini, şirketin taşınmazları K.A.’ya devretmek suretiyle eski Yunanlı ortaklarının paylarını başkalarına satışına yönelik kötü niyetli girişimlerine ve icraatlarına engel olduğunu, taşınmazlara ilişkin satış vaadinin inançlı şekilde, ileride tekrar geri alma iradesi ile hareket edilerek yapıldığını, bu bağlamda inançlı işlem yapılmadan 30 Kasım 1992 tarihinde K.A.’nın düzenleme şeklinde bir vekâletname ile gerek sahibi olduğu gerekse sahibi olacağı tüm taşınmazları satmak ve satış bedellerini ahzu kabz için Z.A. ve M.K.S.’ye münferiden hareket edebilecekleri şekilde temsil yetkisi verdiğini, bu yetki sayesinde K.A.’ya ait tüm taşınmazların şirkete veya üçüncü kişilere devrinin mümkün olduğunu ama asıl amacın bu olmadığını, bu vekâletnamenin K.A. ile şirket arasındaki satış vaadinin gerçekte bir inançlı işlem olarak teminatını oluşturduğunu ve bu inanç ilişkisini ispatladığını, ayrıca K.A.’nın vekili M.K.S.’den bu hususta yazılı bir belge alındığını ve bunu mahkemeye ibraz edeceğini, K.A.’nın bu vekâletnameyi vermesinden sonra onun vekili ile 07.12.1992 tarihinde noterde satış vaadi sözleşmesinin yapıldığını, merhum K.A.’ya bu satış vaadi sözleşmesine istinaden şirket aleyhine 14.01.1993 tarihinde hükmen tescil davasını açtırdıklarını, davanın İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi nezdinde E: 993 / 29 sayılı dosya ile görüldüğünü, şirket vekilinin davayı derhâl kabul ettiğini ve 06.05.1993 tarihinde davanın kabulüne karar verildiğini, K.A.’nın gerçekte hiçbir mülkiyet iddiası bulunmadığı için hükmen tescil davasının kararını tebellüğ dahi etmediğini ve tebliğe çıkarmadığını, kararı davacı K.A.’ya şirketin vekilinin tebliğe gönderdiğini, ancak adresi değiştiğinden tebligatın Tebligat Kanunu’nun 35. maddesine göre gerçekleştirildiğini, böylece kararın 14.09.1999 tarihinde kesinleştirildiğini, o tarihten dava tarihine kadar 10-11 yıl geçmiş olmasına rağmen merhum K.A.’nın bu işleme aykırı bir talep ve muamelede bulunmadığını, müvekkilinin hissedar ve yöneticilerinin bu taşınmazların her türlü yasal işlem ve talepleri ile haklarını ifa ettiklerini, taşınmazları kiraya verdiklerini, kira aldıklarını, taşınmazlarda dershane açıp işletme, çalışanları sigortalama, kurumlar vergisi ödeme vs. gibi işlemler yaptıklarını, merhum K.A.’nın hiçbir talep ve işlemi olmadığını, taşınmazların yerini dahi bilmediğini, bilme ihtiyacı duymadığını, merhumun taşınmazların müvekkili şirkete ait olacağını bildiğini, merhum K.A.’nın dürüstlüğü sebebiyle eşine az rastlanan bir insan olduğunu, 20 yıldan beri taşınmazlarla ilgili bu hususu eşine ve çocuklarına dahi söylemediğini, ona duydukları güven çerçevesinde taşınmazların tapu kütüğünde bunca zaman boyunca K.A. adına tescil edilmiş olmasından ötürü herhangi bir endişe duymadığını, taşınmazlarla ilgili olarak K.A.’ya şirket aleyhine dava açtırmadan önce İstanbul 1. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin E: 993 / 10 sayılı kararı ile ihtiyati tedbir konulmasını sağladığını, bu taşınmazları bankadan almak istediği kredi için teminat göstermek istediğini, ancak tapu kaydında ihtiyati tedbir kararı bulunduğunu, bu tedbirin kaldırılmasını talep ettiğini, ancak bu girişim üzerine İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin K.A. lehine kesinleşen hükmen tescil kararını tapu sicili müdürlüğüne bildirdiğini, bu nedenle taşınmazı teminat gösteremediğini, 2010 yılının sonları veya 2011 yılının başında tesadüfen, K.A.’nın mirasçıları olan davalıların bu duruma vakıf olduklarını ve işlemin sebebini araştırmaksızın kendilerine böyle bir mülk miras kalmış gibi kendi adlarına intikal işlemlerine tevessül ettiklerini öğrendiğini, dava konusu taşınmazların intikal ve sair işlemlerini önlemek için mahkemeye başvurduğunu ve İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 2011 / 60 D. İş sayılı dosyası ile tapu kaydına ihtiyati tedbir kararı verildiğini iddia etmiştir.
Davacı yukarıdaki iddialarına dayalı olarak dava konusu taşınmazların gerçekte kendisine ait olduğu yönünde karar verilmesini talep etmiştir.
II. Davalıların 16.06.2011 Tarihli Dilekçesinin Özeti
Davalılar vekili, 16.06.2011 tarihli 6 sayfadan oluşan dilekçesinde özetle, dava dilekçesinin ve davacı delillerinin tebellüğ edilmediğini, ihtiyati tedbir kararını haricen öğrendiğini, bunun üzerine ihtiyati tedbir dosyasının fotokopisini alırken asıl davanın ikame edildiğine muttali olduğunu, bu nedenle ilk itirazlarını sunduğunu, taşınmazların yıllar önce mahkemece müvekkillerinin murisi K.A. adına tesciline karar verildiğini, anılan mahkeme kararının kesinleştiğini, inşâî bir karar olmasından dolayı değiştirilemeyeceğini ve inşâî kararların ilişkin oldukları işler hakkında yeniden dava açılamayacağını, maddi anlamda kesin hüküm teşkil eden bir karar olduğunu, bu kesin hükmün ancak iki hâlde bertaraf edilmesinin mümkün olduğunu, bunların değişiklik davası ve yargılamanın iadesi yolu olduğunu, huzurdaki davanın bir değişiklik davası olmadığı gibi yargılamanın iadesi davası da olmadığını, hükmen tescil ile taşınmazların K.A. adına tescil edildiğini, taraflar arasında yapılmış bir hukukî işlem bulunmadığını, dava şartının yokluğu nedeniyle davanın reddine karar verilmesi gerektiğini, ayrıca dava harcının eksik yatırıldığını, inançlı işlemin mevcudiyetini kabul etmemekle birlikte Borçlar Kanunu m. 125’e göre davacının talebinin zamanaşımına uğradığını, davanın zamanaşımı nedeniyle reddine karar verilmesini talep ettiğini, davanın esası yönünden iddiaların hiçbirini kabul etmediğini, tamamının mücerret iddialar olduğunu, davacının İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin E: 1993 / 29 sayılı davasında o davanın davacısı K.A.’nın ileri sürdüğü vakıaları ve gayrimenkul satış vaadi sözleşmesinde belirtilen satış bedelinin tamamını tahsil ettiğini ikrar ettiğini, bu beyan ve ikrarın HUMK m. 151’e uygun olarak zapta geçirildiğini, bu ikrarın HUMK m. 236 gereğince kesin delil olduğunu, kaldı ki ikrar eden tarafın gerçeğe uygun olmayan bir vakıayı bilerek ikrar etmişse bundan dönemeyeceğini iddia etmiştir.
Davalılar vekili, davacının mücerret iddialarına dayalı ihtiyati tedbir talebinin reddi gerekirken, maddi anlamda kesin hüküm teşkil eden inşâî kararın sonuçlarını ortadan kaldıracak şekilde oluşturulan ihtiyati tedbir kararının kaldırılmasına karar verilmesini, bu talepleri kabul edilmediği takdirde teminatın 1.500.000 TL’ye çıkartılmasını, davacının tüm delillerini hasredip müvekkiline tebliğ ettirmesini, davanın esastan reddini talep etmiştir.
III. Davacının 14.09.2011 Tarihli Dilekçesinin Özeti
Davacı vekili, 14.09.2011 tarihli 3 sayfadan oluşan dilekçesinde, temelde dava dilekçesindeki iddialarını tekrar etmiş, dava şartı yokluğunun söz konusu olmadığını, kesin hükmün huzurdaki davayı açmaya engel olmadığını, davalıların murisine inançlı işlemle satış vaadi yapıldığını ve arkasından hükmen tescil davası açıldığını, böylesi işlemlere karşı her zaman iptal davası açılıp baştan beri batıl olduğunun tespitinin istenebileceğini, zamanaşımının söz konusu olmadığını, inançlı işlemle davalıların murisine intikal etmiş tapuların iptali davasına hiçbir engel olmadığını, dava harcının eksik olmadığını, mahkemece belirlenen ihtiyati tedbir teminatının da arttırılamayacağını iddia etmiştir.
Davacı vekili ayrıca, K.A.’nın emlak beyannamesi verip vermediğinin ve dava konusu taşınmazların emlak vergilerini ödeyip ödemediğinin Beşiktaş Belediyesi’nden sorulmasını, merhum K.A.’nın hiçbir malvarlığı olmadığını, bu nedenle vergi mükellefi olmadığını, bu hususların İstanbul’daki bütün Belediye Başkanlıklarından ve Vergi Daireleri Müdürlüklerinden sorulmasını ve davanın kabulüne karar verilmesini talep etmiştir.
IV. Davalıların İkinci Cevap Dilekçesinin Özeti
Davalılar vekili, 29.09.2011 tarihli 5 sayfadan oluşan ikinci cevap dilekçesinde temelde, cevap dilekçesindeki savunmalarını tekrar etmiş, İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kesinleşmiş kararının dava konusu taşınmazların mülkiyetinin muris K.A.’ya ait olduğu sonucunu ortaya çıkardığını, hak sahibinin mahkemece belirlenen kişi olduğunu, kesin hükme herkesin uymak zorunda olduğunu, bu hususun kamu düzeninden olduğunu, davayı kabul edenin bu beyanı ile bağlı olduğunu, mahkeme içi ikrar ve kabulden rücu edilemeyeceğini, davacının İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin E: 1993 / 29 sayılı davada dava içi ikrar ve kabul beyanında bulunduğunu, ayrıca İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1993 / 10 Değişik İş sayılı ihtiyati tedbir dosyası içinde mevcut ve şirket yetkilisi F.E. tarafından imzalı 08.12.1992 tarihli “Muvafakatnamedir” başlıklı senet ile de söz konusu gayrimenkulleri K.A.’ya satıp bedelini nakden aldığını ikrar ve kabul ettiğini, hata, hile ve ikrah gibi irade fesadının bulunduğu hâllerde iptal davası açılabildiğini, huzurdaki davanın bu nitelikte bir dava olmadığını, bu nitelikteki davaların BK.m.31 gereğince 1 yıllık hak düşürücü süreye tabi olduğunu, bu sürenin çoktan geçmiş olduğunu, davacının 14.09.2011 tarihli dilekçesine EK-2 olarak eklediği inanç sözleşmesinin geçersiz olduğunu, bu sözleşmede K.A.’nın elinden çıkmış bir imza veya yazı olmadığını, K.A. vekili sıfatıyla bu sözleşmeyi imzalayan M.K.S.’nin böyle bir anlaşma imzalayabilmesi için özel yetkisinin ve/veya vekil edenin böyle bir sözleşmeye yazılı icazetinin gerektiğini, M.K.S.’ye verilen vekâletnamede özel yetki olmadığı gibi K.A.’nın yazılı icazetinin de olmadığını, daha da önemlisinin bu sözleşmenin düzenleme tarihinde ortada K.A. tarafından M.K.S.’ye verilmiş bir vekâletin de bulunmadığını, 04.12.1992 tarihli olduğu belirtilen inanç sözleşmesinin hiç yıpranmamış olduğunu, tüm bu hususların bu sözleşmenin yeni düzenlenmiş olduğunu düşündürdüğünü ve anılan inanç sözleşmesinin delil vasfı olmadığını, inanç sözleşmesine dayalı davaların, değeri HMK’daki yazılı delil ile ispatlanma sınırı içinde olması hâlinde Yargıtay’ın 05.02.1947 gün 20 / 6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararında belirtildiği gibi, inanılanın imzasını havi yazılı delil ile ispatlanabileceğini, bütün bu gerekçeler ışığında da davanın başkaca delil toplamaya gerek olmaksızın reddinin gerektiğini iddia etmiştir.
V. Davacının 17.10.2011 Tarihli Dilekçesinin Özeti
Davacı vekili 17.10.2011 tarihli 3 sayfadan oluşan beyan dilekçesinde özetle, zaten ön sözleşmeye yetki vermiş olan K.A.’nın söz konusu vekâletnameyi de M.K.S.’ye vermekle iradesini, maksadını perçinlediğini, ön sözleşmenin itiraz konusu yapılmasının geçersiz olduğunu, davanın aynı zamanda muvazaaya da dayalı olduğunu, bu nedenle her türlü delille ve şahitle de ispatlanabilir olduğunu, müvekkilinin anılan taşınmazları önce dershane olarak işlettiğini, başarılı olamayınca B. Üniversitesi’ne kiraya verdiğini iddia etmiştir.
Davacı vekili ayrıca, müvekkilinin 2004 yılında açtığı B.Ç. dershanesinin ruhsat vesair yasal belgelerinin müvekkili tarafından alınıp alınmadığının Milli Eğitim Müdürlüğü’nden ve Beşiktaş Belediyesi’nden sorulmasını talep etmiştir.
VI. Davalıların 19.10.2011 Tarihli Dilekçesinin Özeti
Davalılar vekili 19.10.2011 tarihli 3 sayfadan oluşan dilekçesinde özetle, dava konusu taşınmazların 1994 yılından 2011 yılına kadar (2011 dâhil) emlak vergilerinin müvekkilleri tarafından ödendiğini, tanık dinlenmesine muvafakat etmediğini, davacının iddiasını kesin delil niteliğindeki delillerle ispat etmek zorunda olduğunu, taşınmazların satış bedelinin yeni düzenlemeyle 1.000 TL olduğunu, murisin bu miktarı ödeyebilecek durumda olduğunu, paranın ödendiğinin ikrar ile sabit olduğunu, davacının gayrimenkulleri üçüncü kişinin borcu için ipotek etmek istediğinin ve K.T. Bankası’ndan kredi alacağının ayrıca kredi ödenmeyince ipoteğin paraya çevrilmesi yolu ile taşınmazların satılmasını sağlayacağının anlaşıldığını iddia etmiştir.
Davalılar vekili ayrıca, K.A.’nın kanser hastası olduğunun bilinmesine rağmen davacının onun ölümüne kadar taşınmazların devrini neden istemediğini sormuştur.
VII. Davalıların 23.11.2011 Tarihli Dilekçesinin Özeti
Davalılar vekili 23.11.2011 tarihli 4 sayfadan oluşan dilekçesinde özetle, davacının davasını inançlı işlem iddiasına dayandırmakta iken bu kere muvazaa iddiasına dayandırmaya çalıştığını, iddianın genişletilmesine muvafakat etmediğini, muvazaa ve inançlı işlem iddiasının akdi karakterleri icabı, sözleşmelerde ve tekemmülü vusulüne bağlı irade beyanlarında mümkün olabileceğini, resmi memurun iştiraki ile teşekkül eden sözleşmelerde muvazaanın mümkün olabilmesi için, resmi memurun iştirakinin tasdik mahiyetinde olması gerektiğini, resmi memurun iştiraki inşâî mahiyette ise muvazaanın iddia edilemeyeceğini beyan etmiştir.
VIII. Davacının 30.12.2011 Tarihli Dilekçesinin Özeti
Davacı vekili, 30.12.2011 tarihli tek sayfadan oluşan beyan dilekçesinde özetle, davalıların 22.12.2011 tarihli dilekçelerine ek olarak sundukları raporun temin edilmiş bir rapor olduğunu, gayrimenkul alım-satım sözleşmesindeki imzaların tarafların vekillerine ait olduğunu, anılan ön anlaşmaya merhum K.A.’nın sonradan vekâletname münderecatlarıyla icazet verdiğini, 818 sayılı Borçlar Kanunu’nun 415. maddesinin (Yeni Türk Borçlar Kanunu’nun 531. maddesinin) apaçık olduğunu, anılan sözleşmedeki vekillerin imza mukayeseleri, yaşları ile ilgili hiçbir itiraz ve iddianın ileri sürülemeyeceğini beyan etmiştir.
IX. Davalıların 22.06.2012 Tarihli Dilekçesinin Özeti
Davalılar vekili 22.06.2012 tarihli 3 sayfadan oluşan dilekçesinde özetle, sayın mahkemenin 19.06.2012 tarihli ve 1 numaralı ara kararında 15.05.2012 tarihli ikinci bilirkişi raporuna itibar ederek dava konusu taşınmazların dava tarihindeki toplam değerinin 10.440.400 TL olduğundan bahis ile bu değer üzerinden harcın davacı tarafından tamamlatılmasına karar verdiğini, 09.12.2011 tarihli bilirkişi raporunda taşınmazların toplam değerinin 16.179.966 TL olarak belirlendiğini, iki rapor arasında % 60’ı aşan değer farkı olduğunu, bu nedenlerle ara karardan rücu edilmesini, ayrıca inançlı işlem iddiasının ancak yazılı delille ispat olunabileceğini, tanıkların hangi konuda beyanda bulunacaklarına dair açıklama ile birlikte tanık listelerinin ibrazına şeklindeki ara karardan da rücu edilerek bu kararın kaldırılmasını talep etmiştir.
X. Davacının 17.07.2012 Tarihli Dilekçesinin Özeti
Davacı vekili, 17.07.2012 tarihli 10 sayfadan oluşan beyan dilekçesinde temelde önceki dilekçelerindeki iddialarını tekrar etmiş, Yunan uyruklu ortak ve mirasçılardan 200 hissenin nominal değeri olan 200.000 TL üzerinden devralma bedeli gösterilmişse de aslında hisselerin bu rakamın çok üstünde bir bedelle satın alındığını, dava konusu taşınmazların İstanbul Aksaray’daki N.M.’ye ait 8 katlı turistik otel de satılarak 800.000 ABD dolarına devir ve satın alındığını, zaten bilirkişi raporlarıyla her iki parselin değerlerinin nominal değerlerinin çok üzerinde olduğunun sabit olduğunu, ayrıca satış vaadinin yapıldığı 07.12.1992 tarihindeki rayiç bedelinin de tespit edildiğini, şirket, davalıların murisi K.A.’ya satış vaadinde bulunurken, her iki parselin toplam değerinin 1.000 TL (o zamanki 1 milyar Türk Lirası) olarak gösterildiğini, oysa satış vaadi tarihi olan Aralık 1992’deki taşınmazların değerine ait bilirkişi raporuna göre 38 ve 39 parselin toplam 28.000,00 TL değerinde olduğunu, yani her iki parselin gerçekteki değerinin (1/28)’i üzerinden ve sözleşmenin taraflarınca gerçek alım-satım iradesi taşınmadan devredildiğini, ivazlar arasındaki astronomik farktan dolayı bedeli ödenerek alınmış olduğunun kabul edilemeyeceğini, başka delile lüzum kalmadığını, devirden kısa bir süre sonra dava konusu taşınmazlarda dershane açarak kira bile ödemeden 25-30 yıl bu taşınmazları işgal etmiş olan İ.S.’nin müvekkillerinin hisse devirlerini iptal ettireceğini, şirketi satın alacağını, bu konuda önceki hissedarlarla anlaştığını, şirketi müvekkillerine bırakmayacağını söyleyerek vekil sıfatıyla şahsını tehdit ettiğini, bu konuda tanıklarının olduğunu, başka müşteri adaylarının da Atina’ya giderek önceki hissedarlarla görüşüp pazarlık etmesinden, müvekkillerine şirketteki hisselerini, hisseleri satın almak için verdikleri paraları belirli bir kârla iade edip satabileceklerini söylediklerinden, olası tehlikeden kurtulmak üzere, yegâne çare olarak merhum K.A.’ya çok cüzi bir değer üzerinden satış vaadinde bulunmayı, tapuya şerh ettirmeyi ve sonra hükmen tescil davası açtırmayı uygun ve zaruri gördüklerini, K.A.’nın inançlı bir dostları olması ve akrabaları F. ile evli olması nedeniyle, K.A. ile haricen protokol düzenlendiğini, bu hususların K.A. tarafından bilindiğini, daha sonra alım-satım vaadi sözleşmesi için, müvekkilinin M.F.E. ve merhum K.A.’nın da M.K.S. ile başka bir şahsa gerekli bütün yetkileri taşıyan vekâletnameler verdiğini, icazetle ve temsille ilgili Türk Borçlar Kanunu’nun hükümlerinin açık olduğunu, bazı hususlara noterde düzenlenen alım-satım vaadinde yer verilmediğini, aksi takdirde geçersiz hâle geleceğini, K.A.’nın davacı olduğu İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin E: 1993 / 29 sayılı davanın kesinleşmesinden sonra kararı alıp Tapu Müdürlüğü’ne götürmediğini, öylece kaldığını, anılan davada K.A.’nın vekil ile temsil edilmediğini, davayı asaleten açtığını, bunun nedeninin de dava dilekçesinin dahi kendileri tarafından hazırlanması olduğunu, böylesine trilyonluk bir taşınmazın tescilini talep eden kişinin bir avukat tutmayarak asaleten dilekçe vermesinin mümkün olmayacağını, arada gerçek bir satış vaadi ve mülkiyet ihtilafı olsaydı K.A.’nın davayı bir avukat vasıtasıyla açması ve takip etmesinin gerekeceğini, taşınmazın tescili talebinin ilk celsede bizzat kendisi tarafından kabul edildiğini, bunun başka bir izahının olmadığını, K.A.’nın uzun süren hastalığı boyunca ve ölüm döşeğinde bu taşınmazlardan bahsetmemiş olmasının bu taşınmazları kendi malı olarak görmediğini gösterdiğini, merhum K.A.’nın fi tarihinde T. Petrollerinde çalışıp emekli olmasından başka bir işinin, gelirinin, taşınmazının, otomobilinin olmadığını, alım-satım vaadindeki o zamanki 1 milyarı dahi ödemesinin mümkün olmadığını, K.A.’nın yokluk ve bakımsızlık içinde bir köy evine sığındığını, ailesinden dışlandığını, kısa süre sonra da İstanbul’da vefat ettiğini, K.A.’nın vekâletname verdiği şahısları dahi tanımadığını, bilip seçtiği şahıslar olmadığını, K.A.’ya vekâlet eden kişilerin müvekkilinin gösterdiği kişiler olduğunu, B. Üniversitesi’nin yeni kira sözleşmesini davalılar ile yaptığını, kiracının 01.07.2012 - 01.07.2013 dönemine ait kira bedelini peşin olarak davalılara ödeyeceğini, müvekkilinin daha şimdiden 1.300.000 TL’lik zarara maruz kaldığını, davalıların B. Üniversitesi ile yaptıkları 01.07.2011 tarihli sözleşme hükümlerine göre kiracıya inşaat yapma hakkı da tanındığından, taşınmazın yıkılıp yeni inşaat yapımı için Beşiktaş Belediyesi’ne müracaat edildiğini öğrendiklerini, mülkiyetinin ihtilaflı olduğu gerekçesiyle kiracıya inşaat ruhsatı verilmesine mani olunmasını istediklerini, Belediye’nin ruhsat vermediğini, durumun müvekkiline bildirildiğini, risklerinin bu derece büyük olduğunu, müvekkilinin taşınmazları iktisap ettiğinde kiracı İ.S. hakkında icra takipleri, tahliye ve kira tespit davaları açarak tahliyesini sağladığını, taşınmazların imar durumunun olmadığını, 14-15 yıl bu nedenle boş kaldığını, en son 2-3 yıl önce bir çözüme gidildiğini, müvekkilinin yaptığı tadilat ve yenilikler sonucu taşınmazın dershane olarak düzenlenmesiyle taşınmaza katılan değerin davanın harca esas değerinden düşülmesini talep ettiklerini, ancak bilirkişilerin bütün bunları dikkate almadığını, taşınmazlara sanki K.A.’ya müvekkilinin devrettiği 1992 tarihinden beri bu durum ve değerdeymiş gibi bir değer biçildiğini, bu konudaki itirazlarının kabul edilmediğini ve tahakkuk eden 155.000 TL’lik harcı büyük zarar ve ziyanlarla karşıladıklarını, bilirkişilerden alternatifli bilirkişi raporu alınarak fazla alınan harcın müvekkiline iade edilmesi gerektiğini iddia etmiştir.
Davacı vekili ayrıca, Trafik Emniyet Müdürlükleri’nden K.A.’ ya ait otomobil kaydı olup olmadığının ve akıbetinin araştırılmasını, müvekkilinin kira geliri vesair faaliyetlerinden dolayı ilgili Laleli ve Beşiktaş Vergi Daireleri’nden, mükellefiyetlerinin, ödediği vergi ve cezaların, faizlerin tutarlarının sorulmasını talep etmiştir.
C. İNCELENMESİ GEREKEN HUKUKÎ SORUNLAR
Taraflar arasındaki uyuşmazlıkta davacı, kısaca davalıların miras bırakanı K.A. ile aralarında her ne kadar bir gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi var ise de bu sözleşmenin muvazaalı olduğunu, bu sözleşmenin arkasında gizli bir inançlı işlemin bulunduğunu, dolayısıyla satış vaadine konu taşınmazların K.A.’ya (mahkeme kararı ile dahi olsa) aslında gayrimenkul satış vaadine dayalı olarak devredilmediğini bilakis inançlı olarak devredildiğini, inanılan K.A.’ya duyulan güven çerçevesinde uzun yıllar boyunca taşınmazın iadesinin talep edilmediğini, inanılan K.A.’nın vefatı ile birlikte mirasçılarının kendi adlarına yaptırdıkları tescilin aslında yolsuz olduğunu ve tapu kütüğünde inanılan K.A. mirasçıları lehine yapılan yolsuz tescilin düzeltilmesi ve taşınmazın kendisine aidiyeti yönünde karar verilmesi gerektiğini iddia etmiştir. Davalılar ise taşınmazın miras bırakanları K.A. adına tesciline onun huzurdaki davanın davacısı şirket aleyhine İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesinde açtığı davada karar verildiğini, anılan yargılama sürecinde davalı şirketin, miras bırakanları K.A.’nın iddia ve taleplerini kabul ve ikrar ettiğini, İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nin kararının kesin hüküm kuvvetinde olduğunu, huzurdaki davanın bu nedenle reddedilmesi gerektiğini, ayrıca davacının inançlı işlem iddiasını inanılan K.A.’nın elinden çıkmış bir yazılı delil ile ispatlaması gerekirken ispat külfetini yerine getiremediğini, dolayısıyla da davanın reddedilmesi gerektiğini iddia etmiştir.
Görüldüğü üzere taraflar arasındaki uyuşmazlığın çözüme kavuşturulması için iki temel sorunun ele alınması gerekmektedir:
1. Davalıların miras bırakanı K.A. ile davacı arasındaki taşınmaz satış vaadine dayalı olarak görülen ilk davada K.A. lehine verilen ve kesinleşen mahkeme kararı hâlihazırdaki davayı nasıl etkiler?
2. Davalıların miras bırakanı K.A. ile davacı arasında davacının iddia ettiği gibi bir inanç sözleşmesi var mıdır? Davacı bu iddiasını ispat edebilmiş midir?
Bu iki sorun hemen aşağıda iki ayrı başlık altında ele alınacaktır.
D. İNCELEME ve DEĞERLENDİRME
I. İlk Davada K.A. Lehine Verilen ve Kesinleşen Kararın Etkisi
Davalıların miras bırakanı K.A., Kadıköy 2. Noterliği nezdinde 30 Kasım 1992 tarihinde 54036 yevmiye numarası ile düzenleme şeklinde bir vekâletname hazırlatmış ve bu vekâletnameyle Z.A. ile M.K.S.’ye birlikte veya münferiden hareket edecek şekilde onun adına ve hesabına taşınmaz satın alma konusunda temsil yetkisi vermiştir.
Bu vekâletnamenin tanziminden sonra bu kez 7 Aralık 1992 tarihinde davalıların miras bırakanı K.A. ile davacı O. Ticaret Limited Şirketi arasında İstanbul 16. Noterliği nezdinde 41292 yevmiye numaralı Düzenleme Şeklinde Gayrimenkul Satış Vaadi Sözleşmesi yapılmıştır. Bu sözleşmede K.A.’yı M.K.S. temsil etmiştir.
Bu satış vaadi sözleşmesi ile O. Ticaret Limited Şirketi, … Mahallesi, 61 pafta, … ada, 39 numaralı parseldeki taşınmazını 450.000.000 ETL karşılığında, … Mahallesi 61 pafta, … ada, 38 numaralı parseldeki taşınmazını da 550.000.000 ETL bedelle K.A.’ya satmayı vaat etmiş, K.A. da anılan taşınmazları bu bedelleri ödeyerek almayı vaat etmiştir.
Daha sonra davalıların miras bırakanı K.A., 14.01.1993 tarihinde taşınmazların tapu sicilinde onun adına tescili için İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi nezdinde O. Ticaret Limited Şirketi aleyhine dava açmış ve davalı şirketin kabulü üzerine dava K.A. lehine sonuçlanmış ve uyuşmazlık konusu taşınmazların tapu kütüğünde onun adına tesciline karar verilmiştir. K.A. lehine verilen bu karar 14.09.1999 tarihi itibarıyla kesinleşmiştir.
Kısacası, anılan mahkeme kararının kesinleşmesi ile birlikte K.A. 7 Aralık 1992 tarihli taşınmaz satış vaadine konu edilen taşınmazların mülkiyetini iktisap etmiştir. K.A.’nın vefatı üzerine de bu taşınmazlar kendiliğinden mirasçılarına intikal etmiştir.
İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde görülerek karara bağlanan davanın davacısı K.A., davalısı ise O. Ticaret Limited Şirketi’dir. Davanın konusu taraflar arasındaki taşınmaz satış vaadinden doğan borcun ifasıdır. Şu anda incelemekte olduğumuz İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde görülen davada ise davacı O. Ticaret Limited Şirketi, davalılar ise K.A.’nın mirasçılarıdır. Sorun şudur: Acaba İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce 06.05.1993 tarihinde verilen ve 14.09.1999 tarihinde kesinleşen karar İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde görülen davayı nasıl etkiler?
Bu mesele maddi anlamda kesin hükmün etkisi meselesidir.
Maddi anlamda kesin hükmün amaçları doktrinde Kuru / Arslan / Yılmaz’ın da isabetle belirttiği üzere şunlardır(1):
1. Mahkeme kararlarına güven duyulmasını sağlamak.
2. Uyuşmazlığın bütün bir gelecek için son bulmasına hizmet etmek.
3. Mahkeme kararları arasında çelişki doğmasına engel olmak ve toplumsal yaşam için zorunlu olan hukukî istikrarı ve güvenliği sağlamak.
Maddi anlamda kesin hükmün etkisi HMK.m.303’te düzenlenmiştir. Anılan hükmün 1. ve 3. fıkraları şu şekilde kaleme alınmıştır:
“ (1) Bir davaya ait şekli anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir.
…
(3) Kesin hüküm, tarafların külli halefleri hakkında da geçerlidir.”
Doktrin bu hükümden yola çıkarak maddi anlamda kesin hükmün şartlarını şu şekilde belirlemiştir:
1. Dava konularının aynı olması,
2. Dava sebeplerinin aynı olması,
3. Tarafların aynı olması.
Eğer bu üç şart gerçekleşmişse kesin hüküm, hükmü veren mahkeme de dâhil olmak üzere bütün mahkemeleri bağlar. Yani mahkemeler, aynı konuda aynı dava sebebine dayanarak aynı taraflar hakkında verilmiş olan kesin hüküm ile bağlıdırlar. Aynı davayı bir daha yeniden ele alamazlar (kesin hüküm itirazı) ve aynı konuya ilişkin yeni bir davada, önceki davada verilmiş olan kesin hüküm ile bağlıdırlar.
Somut uyuşmazlıkta bu şartların gerçekleşip gerçekleşmediğine gelince öncelikle her iki davanın konularının aynı olup olmadığı ele alınmalıdır. Şöyle ki:
Bu unsurun gerçekleştiğinden söz edilebilmesi için dava konusu yapılmış olan hakkın, yani dava ile elde edilmesi hedeflenen sonucun her iki davada da aynı olması gerekir. Doktrinde Kuru / Arslan / Yılmaz’ın da isabetle belirttiği üzere ilk dava ile yeni davanın konularının aynı olup olmadığını anlamak için hâkimin ilk davada verilen kararın hüküm fıkrası ile ikinci davanın talep sonucunu karşılaştırması gerekecektir. İkisi aynı ise dava konularının aynı olduğu sonucuna varılır. Yazarların bu konuda verdiği örnek de şu şekildedir. Mesela bir istihkak davası sonucu verilen kararın hüküm fıkrasında bir taşınmazın mülkiyetinin (B)’ye değil bilakis (A)’ya ait olduğuna karar verilmiş ve bu karar kesinleşmiş ise, (B)’nin aynı taşınmaz için açacağı istihkak davası veya müdahalenin men’i davası kesin hüküm itirazı ile karşılaşır(2).
Somut uyuşmazlığa bu açıdan bakıldığında durum şudur: İlk davada davacı K.A., taşınmaz satış vaadine konu taşınmazların mülkiyetinin kendisine naklini talep etmiş ve davalının kabulü üzerine de mahkemece bu konuda hüküm fıkrasında aynen şu karara varılmıştır:
“ 1- İstanbul 16. Noterliğince düzenlenmiş olan 7.12.1992 tarihli 41292 nolu sözleşme uyarınca satış vaadi sözleşmesine konu edilen, davalı O. Ticaret Limited Şirketi üzerine kayıtlı …, …, …, pafta …, ada 244, 38-39 parsel nolu taşınmazların satış bedelleri nakden ödendiğinden iş bu gayrimenkullerin davalı mülk sahibi adına olan kaydın İPTALİ ile davacı K.A. adına TESCİLİNE …”
Şimdi ikinci davada, ilk davanın davalısı olan şirket dava açmakta ve dava dilekçesinde aynen şu talepte bulunmaktadır:
“ … …, … Mahallesinde kâin ve tapunun ada …, parsel 38 ve 39’da kayıtlı taşınmazlarla ilgili davamız sabit olacağından davalılara intikal etmiş ve edecek tescillerin iptaline ve şirketimiz adına hükmen tescillerine … karar verilmesini … arz ederim.”
Görüldüğü üzere ilk davanın davalısı O. Ticaret Limited Şirketi aleyhine verilen kararın hüküm fıkrası ile ikinci davanın davacısı O. Ticaret Limited Şirketi’nin talebi neredeyse kelime kelime aynıdır. Tek fark, ikinci davada taşınmazların muris K.A. adına tescilinin iptalinin değil de onun mirasçıları adına yapılan tescilinin iptalinin talep edilmesidir. Bu da son derece doğaldır zira hukuk sistemimizde bir kişinin vefatı ile miras yolu ile intikali mümkün tüm malvarlığı değerleri bu arada taşınmaz malvarlığı değerleri de kendiliğinden mirasçılarına intikal eder. Esasen K.A. vefat edince ona ait taşınmazlar mirasçılarına geçtiğine göre davacının bu davayı K.A.’nın mirasçıları aleyhine açması ve dolayısıyla onlar adına yapılan açıklayıcı tescilin iptalini istemesi kaçınılmazdır.
Dikkat edilecek olursa, ilk davanın davalısı davayı kaybetmiştir ve fakat açtığı ikinci davada adeta kaybettiği ilk davayı kazanmaya çalışmaktadır. Dolayısıyla maddi anlamda kesin hükmün etkisi için gerçekleşmesi gereken birinci şart gerçekleşmiştir. Her iki davanın konusu aynıdır.
İkinci olarak her iki davanın dava sebeplerinin aynı olup olmadığı incelenmelidir.
Bu unsurun gerçekleştiğinden söz edilebilmesi için her iki davanın temelini oluşturan olguların yani maddi vakıaların aynı olması gerekir. Doktrinde de isabetle belirtildiği üzere hâkim maddi vakıalarla bağlıdır ve birinci davada sadece o vakıalar hakkında inceleme ve değerlendirme yapmış ve yalnız o vakıalara dayanarak karara varmıştır. O hâlde kesin hüküm de yalnız o vakıalar bakımından mevcuttur.
Somut uyuşmazlıkta ilk davada davacı K.A., davalı O. Ticaret Limited Şirketi aleyhine dava açtığında taraflar arasındaki 7 Aralık 1992 tarihli Düzenleme Şeklinde Gayrimenkul Satış Vaadi Sözleşmesi’ne dayanmış ve bu sözleşme çerçevesinde kendisine düşen edimleri yerine getirdiğini, ancak davalı O. Ticaret Limited Şirketi’nin satış vaadine konu taşınmazların mülkiyetini nakle yanaşmadığını iddia etmiştir. İlk davanın davalısı O. Ticaret Limited Şirketi o davada davacı K.A.’nın iddialarını kabul etmiş ve dava davacı K.A. lehine sonuçlanmıştır. İlk davanın davalısı olan O. Ticaret Limited Şirketi ikinci davada bu kez davacı sıfatıyla yine aynı 7 Aralık 1992 tarihli Düzenleme Şeklinde Gayrimenkul Satış Vaadi Sözleşmesi’ne dayanmış ancak bu kez satış vaadinin muvazaalı olduğunu, bu işlemin arkasında bir inançlı işlemin bulunduğunu iddia etmiştir.
Davacı O. Ticaret Limited Şirketi’nin ikinci davada da 7 Aralık 1992 tarihli Düzenleme Şeklinde Gayrimenkul Satış Vaadi Sözleşmesi’ne dayandığı gerçeği karşısında her iki davanın dava sebeplerinin aynı olduğu sonucuna varılması kaçınılmazdır. Davacının ikinci davada uyuşmazlığa neden olan gayrimenkul satış vaadi sözleşmesinin muvazaalı olduğunu ve satış vaadinin arkasında inançlı bir sözleşmenin bulunduğunu (gizlendiğini) iddia etmesi her iki davanın dava sebebinin aynı olduğu gerçeğini değiştiremez.
Nihayet üçüncü olarak da her iki davanın taraflarının aynı olup olmadığı incelenmelidir.
Bu unsurun gerçekleştiğinden söz edilebilmesi için ilk dava ile ikinci davanın taraflarının aynı olması gerekir. Ancak kesin hüküm sadece tarafları değil yukarıda da belirttiğimiz üzere onların külli haleflerini de yani mesela onların mirasçılarını da bağlar (HMK.m.303/f.3).
Somut uyuşmazlığa bu açıdan bakıldığında bu şartın da gerçekleştiği görülmektedir. Zira ilk davanın davacısı K.A. 16.10.2009 tarihinde vefat etmiştir ve ilk davanın davalısı olan O. Ticaret Limited Şirketi şimdi ikinci davada K.A.’nın mirasçılarını yani külli haleflerini dava etmektedir.
Yukarıda yaptığımız inceleme ve değerlendirme ve ortaya koyduğumuz bilimsel ilkeler ve gerekçeler ışığında, ilk davada İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nce davacı K.A. lehine ve o davanın davalısı O. Ticaret Limited Şirketi aleyhine verilen ve kesinleşen karar, ilk davanın davalısı O. Ticaret Limited Şirketi tarafından bu kez ilk davanın davacısı olan K.A.’nın mirasçıları aleyhine İstanbul 2. Asliye Hukuk Mahkemesi nezdinde açılan davanın reddini gerektirir.
Bu konuda doktrinde Kuru / Arslan / Yılmaz tarafından verilen örneğin, huzurdaki davada ele alınan uyuşmazlığa ne kadar paralel olduğuna dikkat çekmek isteriz(3):
“(A), (B)’ye karşı beş bin liralık bir alacak davası açmış, mahkeme (B)’yi (A)’ya beş bin lira ödemeye mahkûm etmiş ve bu hüküm kesinleşmiştir. Bundan sonra (B), (A)’ya karşı dava açarak «(A)’ya borçlu olmadığı halde onun açtığı dava sonunda kendisinden beş bin lira alınmasına karar verildiği, oysa böyle bir borcu olmadığı için ödeme zorunluluğu bulunmadığı» iddiasıyla bu yönün tespitini istemişse (menfi tespit davası açmışsa), mahkeme, ikinci davayı kesin hükümden dolayı reddedecektir.”
Açılan dava hakkında kesin hükmün söz konusu olmaması dava şartlarındandır. (HMK.m.114/f.1,b.i). Bu nedenle davanın her aşamasında mahkemece de görevinden ötürü (resen) dikkate alınması gerekir. Mahkeme, kesin hüküm itirazı çerçevesinde dava şartlarından biri bulunmadığı için davayı usulden reddetmelidir.
Ayrıca belirtmek gerekir ki, ilk davada mahkemenin kararının davalının kabulü üzerine verilmiş olması böyle bir kararın maddi anlamda kesin hüküm gibi hukukî sonuç doğurmasını hiçbir şekilde etkilemez. Zira davayı kabul de maddi anlamda kesin hüküm gibi hukukî sonuç doğurur(4). HMK.m.311/f.1,c.1 aynen şu şekilde kaleme alınmıştır:
“Feragat ve kabul, kesin hüküm gibi hukuki sonuç doğurur.”
Bu başlık altındaki açıklamalarımıza son vermeden önce bir hususa daha işaret etmek gerekir: Türk Hukukunda yerleşmiş bulunan görüş inşâî (yenilik doğurucu) davaları olumlu olarak sonuçlandıran inşâi (yenilik doğurucu) hükümleri de maddi anlamda kesin hüküm kavramına dâhilmiş gibi ele almaktadır. Hâlbuki doktrinde Kuru’nun da isabetle belirttiği üzere inşâî (yenilik doğurucu) kararlar inşâî (yenilik doğuran) tesir gücünden yararlandırılmalı ve değiştirilememelidir. Bu nedenle inşâî hükümlerin ilişkin oldukları işler hakkında yeniden dava açılamamalıdır(5).
Somut uyuşmazlığa bu görüş açısından bakıldığında, İstanbul 5. Asliye Hukuk Mahkemesi tarafından verilen hükmün de inşâî (yenilik doğurucu) tesiri haiz olduğu görülmektedir. Zira mahkemenin kararının kesinleşmesi ile birlikte taşınmazların mülkiyeti davacı K.A.’ya intikal etmiştir. Gerçekten de gayrimenkul satış vaadinin aynen ifası için açılan davalarda verilen kararların inşâî (yenilik doğurucu) tesiri haiz olduğu açıktır. Nitekim Yargıtay da konuya ilişkin olarak verdiği bir çok kararında hâkimin TMK.m.716’ya dayalı olarak verdiği tescil kararı ile yeni bir hukukî durumun ortaya çıktığını, taşınmazın mülkiyetinin sicil dışı davacıya geçtiğini, bu bağlamda davacı adına tapu kütüğüne yapılan tescilin açıklayıcı nitelikte olduğunu kabul etmiştir(6).
Kısacası, meseleye bu görüş açısından bakıldığında da somut uyuşmazlıkta açılan ikinci davanın, ilk davada verilen kararın inşâî (yenilik doğurucu) tesiri nedeniyle de reddi gerekir.
II. İnançlı İşlemin İspatına İlişkin Sorunun Ele Alınması
Yukarıda yaptığımız inceleme ve değerlendirmelerde davanın kesin hüküm itirazı nedeniyle reddi gerektiği sonucuna varmış bulunuyoruz. Bununla birlikte davalılar vekili, davacının inançlı işlem ile ilgili iddiaları hakkında da görüş bildirmemizi talep ettiği için bu başlık altında davacının davalıların miras bırakanı ile aralarında inançlı işlemin var olduğuna dair iddialarını ispat edip edemediğini ele alacağız.
Davacı, davalıların miras bırakanı K.A. ile İstanbul 16. Noterliği nezdinde yaptığı 7 Aralık 1992 tarihli ve 41292 yevmiye numaralı Düzenleme Şeklinde Gayrimenkul Satış Vaadi’nin muvazaalı olduğunu ve bu satış vaadinin arkasında bir inançlı işlemin bulunduğunu iddia etmiştir.
Hukuk sistemimizin en temel ispat kurallarından birisi de senede karşı senet kuralıdır. Bu ilkenin bir gereği olarak da yazılı şekilde yapılmış bir sözleşmenin muvazaalı olduğu ancak ve ancak yazılı (kesin) delil ile ispat edilebilir. Tanıkla ispat yasağı söz konusudur. Dolayısıyla davacının taraflar arasındaki gayrimenkul satış vaadinin muvazaalı olduğunu ispatlaması için yazılı (kesin) delil ibraz etmesi gerekir. Durum senedin taraflarının mirasçıları için de aynıdır. Yani senedin taraflarının mirasçıları kural olarak taraf kavramına dâhildir. Bu nedenle davacının açtığı davanın davalı tarafının K.A. olmayıp onun mirasçıları olması bu durumu hiçbir şekilde değiştirmez.
Bir resmi senede yani somut olaydaki gibi noterde resen düzenlenmiş resmi senet niteliğini haiz bir gayrimenkul satış vaadine karşı ileri sürülen iddiaların mutlaka bir başka resmi senetle ispatı da şart değildir. Resmi senedin aksi adi senetle de ispat edilebilir. Ancak, adi senedin imzasının ikrar edilmiş olması veya inkâr edilmiş olmakla birlikte imzanın inkâr edene ait olduğu hususunda kesinleşmiş bir mahkeme kararının bulunması şarttır.
Doktrinde Kuru / Yılmaz / Arslan’ın da isabetle belirttiği üzere(7):
“Bir adi senede karşı ileri sürülen iddia resmi senetle de ispat edilebilir. Bunun gibi, bir resmi senede karşı ileri sürülen iddia (imzası ikrar edilmiş veya inkar edilmiş olup da imzanın inkar edene ait olduğuna mahkemece karar verilmiş olan) adi senetle de ispat edilebilir.”
Bununla birlikte hemen belirtmek gerekir ki, Yargıtay son yıllarda verdiği kararlarında taşınmazlara ilişkin inanç anlaşmalarının yazılı bir belge veya (yazılı) delil başlangıcı veya kesin delillerle ispatlanabileceğini kabul etmektedir(8).
Somut olaya bu açıdan bakıldığında, davacının muvazaa ve inançlı işlem iddialarını ispatladığının kabul edilmesinin mümkün olmadığı görülmektedir. Şöyle ki:
Davacının adi senet olarak ortaya koyduğu “Yapılacak Gayrimenkul Alım - Satım Vaadi Sözleşmesi Ön Anlaşmasıdır” başlığını taşıyan 04.07.1992 tarihli belgede “Düzenleme Şeklinde Gayrimenkul Satış Vaadi”nin tarafı olan K.A.’nın imzası yoktur. Belge davacı şirket ile K.A.’nın vekili olarak hareket ettiği belirtilen M.K.S. arasında imzalanmış görünmektedir. Dolayısıyla bu belgenin davalıların miras bırakanı K.A. tarafından imzası ikrar edilmiş bir belge olarak nitelendirilmesi hiçbir şekilde mümkün değildir.
Ayrıca belirtilmesi gereken bir diğer husus da şudur: Davacının ibraz ettiği “Yapılacak Gayrimenkul Alım - Satım Vaadi Sözleşmesi Ön Anlaşmasıdır” başlıklı belgede K.A. adına hareket eden M.K.S.’nin belgenin düzenleme tarihi itibarıyla yani 04.07.1992 tarihi itibarıyla davalıların miras bırakanı K.A. adına böyle bir belge (inanç anlaşması) düzenleme yetkisi yoktur. Davalıların miras bırakanı K.A.’nın, M.K.S.’nin onun adına ve hesabına taşınmaz satış vaadi yapabilmesi için vekâlet verdiği tarih 30.11.1992’dir. Yani davalıların miras bırakanı K.A., M.K.S.’ye inanç anlaşması olarak ibraz edilen belgenin düzenlendiği tarihten yaklaşık 4,5 ay sonra vekâletname vermiştir. Bu nedenle davacının inanç anlaşması olarak ibraz ettiği belgenin düzenlediği tarihte M.K.S.’nin davalıların miras bırakanı K.A.’yı temsil etmesi mümkün değildir. Böyle bir belge K.A.’yı veya onun mirasçılarını bağlamaz.
Üstelik K.A., M.K.S.’ye daha sonradan verdiği vekâletnamede onun ad ve hesabına inançlı işlem yapma yetkisi de vermemiştir.
Davacı bu son iki nokta ile ilgili olarak şu iddiayı ileri sürmüştür: Davacıya göre M.K.S.’nin bu belgeyi K.A. adına ve hesabına imzaladığı tarihte her ne kadar K.A.’yı temsil etme yetkisi yok ise de ve aynı şekilde K.A., M.K.S.’ye onun adına ve hesabına inançlı işlem yapmak için açıkça yetki vermemiş ise de K.A.’nın M.K.S.’ye bu işlemden yaklaşık 4,5 ay sonra verdiği vekâletname ile bu inanç anlaşmasına zımnen icazet vermiş olduğu kabul edilmelidir. Davacının bu iddiası da kabul edilemez. Zira davalıların miras bırakanı K.A., M.K.S.’ye daha sonradan verdiği vekâletnamede taşınmazları üzerinde onun ad ve hesabına inançlı işlem yapma yetkisi vermemiştir.
E. SONUÇ
Yukarıda yapılan açıklamalar ve gerekçeler ışığında:
1. Davalıların kesin hüküm itirazı çerçevesinde davanın reddi gerekir. Zira maddi anlamda kesin hükmün şartları gerçekleşmiştir. İlk davanın ve ikinci davanın konusu, sebebi aynıdır. İlk davanın davalısının, ilk davanın davacısının vefatı üzerine, konusu ve sebebi aynı olan ikinci davayı kaçınılmaz olarak onun mirasçıları aleyhine açmış olması mirasçıların maddi anlamda kesin hüküm itirazını ileri sürmesine engel değildir (HMK.m.303/f.1 ve f.3).
2. Davacının, senede karşı senet kuralı uyarınca gayrimenkul satış vaadinin aslında muvazaalı olup geçersiz olduğu ve arkasında (gizli bir) inanç anlaşmasının bulunduğu yönündeki iddialarını yazılı (kesin) delil ile ispatlaması gerekir.
Bununla birlikte Yargıtay son yıllardaki kararlarında inançlı işlemlerin ortada (yazılı) delil başlangıcı varsa her türlü delil ile (tanıkla dahi) ispatına izin vermektedir. Ancak, davacının ortaya koyduğu belge davalıların miras bırakanının imzasını taşımamaktadır.
Ayrıca davacının inanç anlaşması olarak sunduğu belgede davalıların miras bırakanı adına hareket ettiği ve onun adına inançlı işlem yaptığı iddia edilen üçüncü kişinin bu işlemi yaptığı an itibarıyla davalıların miras bırakanını temsil yetkisi de yoktur.
Davalıların miras bırakanının daha sonradan aynı üçüncü şahsa onun adına taşınmaz satış vaadi yapabilmesi konusunda verdiği vekâletle üçüncü şahsın temsil yetkisi yokken onun adına ve hesabına yaptığı inanç anlaşmasına zımnen icazet verdiği de kabul edilemez. Zira davalıların miras bırakanı, üçüncü şahsa daha sonradan verdiği vekâlette onun adına inançlı işlem yapma yetkisi vermemiştir.
Kısacası, davacının sunduğu belgenin yazılı delil ya da (yazılı) delil başlangıcı olarak kabul edilmesi mümkün değildir. Dolayısıyla davacının inançlı işlem iddiasını yazılı delil (veya diğer kesin deliller) ya da yazılı delil başlangıcına dayalı sair ispat araçları (mesela tanık delili) ile ispatlamış olduğu hiçbir şekilde kabul edilemez.
İSTANBUL 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NİN KARARI
(T: 19.07.2013, E: 2011 / 186, K: 2013 / 296)
“ … HMK 303 maddede kesin hüküm başlığı altında “Bir davaya ait şekli anlamda kesinleşmiş olan hükmün, diğer bir davada maddi anlamda kesin hüküm oluşturabilmesi için, her iki davanın taraflarının, dava sebeplerinin ve ilk davanın hüküm fıkrası ile ikinci davaya ait talep sonucunun aynı olması gerekir. Bir hüküm, davada veya karşılık davada ileri sürülen taleplerden, sadece hükme bağlanmış olanlar hakkında kesin hüküm teşkil eder.” düzenlemesini yapmıştır. HMK’nun 303.maddesi uyarınca kesin hükmün söz konusu olabilmesi için iki dava arasında konu, sebep ve taraf birliğinin bulunması gerekir. Kesinleşen İstanbul 5.Asliye Hukuk Mahkemesinde görülen davada; dosyamız davalısı davacı K.A. gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi uyarınca dava konusu … Mah. … ada 38 ve 39 parsel sayılı taşınmazların tescilini talep etmiş ve mahkemece K.A. adına tescile karar verilmiş, bu davada ise davacı O. Ticaret Limited Şirketi dayanak gayrimenkul satış vaadi sözleşmesinin inanca dayalı olarak düzenlendiği iddiasına dayalı dava açmıştır. Her iki davada da dava sebebi farklı olduğu için taraflar yönünden kesin hüküm bulunduğu kabul edilemeyeceğinden davalının kesin hüküm itirazının reddine karar verilmiştir. İnançlı işlem inanç sözleşmesine dayandığından ve yasada belirli bir süre tanımlanmadığından sözleşmelere ilişkin zamanaşımı hükümleri inançlı işlemlere de inançlı işlemin türüne göre kıyasen uygulanacağından zamanaşımı süresinin başlaması için inanç ilişkisinin sona ermesi gerekir. Bu itibarla inanç sözleşmesi sona ermediğine ve inanç konusu gayrimenkul inanılanda kaldığı sürece zamanaşımı süresinin başlamasına olanak yoktur. Bu nedenle davalının BK 125.maddeye dayalı TBK 146. maddede düzenlenen zamanaşımı itirazı yerinde görülmeyerek red edilmiştir. Davacı tarafça yargılama sırasında diğer delillerin yanı sıra O. Ticaret Limited Şirketi adına vekâleten M.F.E. ile K.A. adına vekâleten hareketle M.K.S. arasında … Mah. … ada 38 ve 39 parsel sayılı taşınmazların inançlı olarak K.A.’ya verildiğine ilişkin düzenlenen 4/7/1992 tarihli adi belgeye dayanılmıştır. Davalı tarafça bu belgedeki imzalara itiraz edildiği gibi sözleşmenin düzenlendiği tarihte geçerli bir vekâletnamenin bulunmadığı ileri sürülmüştür. Yetkisiz mümessilin yapmış olduğu hukuki işlemler baştan itibaren temsil olunanı bağlamaz. Bu işlemin temsil olunan hakkında hüküm ifade edebilmesi için TBK m.46.maddede düzenlendiği şekilde, yapılmış olan işlemi tasvip etmesi, işleme icazet vermesi gerekir. İcazet şekle bağlı olmayan ve temsilciye ya da üçüncü kişiye karşı yapılan tek taraflı bir irade açıklaması şeklinde gerçekleşebilir. İnançlı işlem nedeniyle iade, tazminat veya sözleşmenin feshini isteyen taraf bu iddiasını ispat etmek zorundadır. Asıl akit resmi şekilde yapılsa dahi inanç sözleşmesinin resmi şekilde yapılması gerekli olmayıp sadece yazılı yapılması zorunlu ve yeterlidir. İnançlı işlemi doğrudan düzenleyen bir kanun hükmü bulunmadığından, ispatı hakkında da kanunlarımızda bir hüküm yer almış değildir. İnançlı işlemin ana unsurları, inanç sözleşmesi ve hakkın devri işlemi nasıl özel bir şekle bağlı değilse, inançlı işlemin ispatında da, kural olarak özel bir biçim koşulunun aranmaması, inançlı işlemin ispatında genel hükümlerin uygulanması gerektiğinden davacı iddiasını yazılı delil ile ve HMK nun 202.maddesi kapsamında yazılı delil başlangıcı sayılabilecek belge olması halinde inanç sözleşmesinin varlığını tanık dahil her türlü delil ile ispatlayabilecektir. Davacı tarafça dayanılan 4/7/1992 tarihli belge O. Ticaret Limited Şirketi adına vekaleten M.F.E. ile K.A. tarafından M.K.S. arasında düzenlenmiş ve K.A adına vekâleten hareketle M.K.S.’ye Kadıköy 2.Noterliğinin 30/11/1992 tarih 54036 yevmiye ile vekâlet verilmiştir. İnanç sözleşmesine dayalı iddialar şekle bağlı olmayan, tarafların imzasını taşıyan yazılı belge ile kanıtlanabileceğinden inançlı işleme konu belgenin, akit tarihinden önce ya da sonra düzenlenmesinin sonuca etkili olmadığı ve yazılı delil başlangıcı sayılabilecek belge olması halinde inanç sözleşmesinin varlığının tanık dahil her türlü delil ile ispatlanabileceğinden davalı vekilinin bu konudaki itirazları red edilerek işlemde imzası bulunan M.F.E. ile M.K.S. tanık olarak dinlenilmiştir. Tanıklar mahkememizde usule uygun yeminli alınan beyanlarında inanç sözleşmesinin K.A.’nın talebi doğrultusunda düzenlendiğini, K.A. tarafından kendilerine işlem neyi gerektiriyorsa yapmalarını söylediğini ifade etmişlerdir. Bu şekilde vekiller marifetiyle imzalanan 4/7/1992 tarihli belgenin içeriği taşınmazın intikal tarihine kadar davacı tarafından kullanılması da birlikte değerlendirildiğinde tarafların gerçek iradesini yansıttığı açıkça anlaşılmaktadır. Hukukun amacının adaleti gerçekleştirmek olduğu hususu göz önünde tutulduğunda, tarafların gerçek iradesini yansıtan ve hiçbir hukuk normu veya hukuk normu yerine geçebilecek bir düzenleme ile açıkça yasaklanmayan bir konuda adalet ve hakkı, şekle kurban etmemek gerekmektedir. TBK 19. maddede tanımını bulan inanç sözleşmesi, inananla inanılan arasında yapılan, onların hak ve borçlarını belirleyen, inançlı muamelenin sona erme sebeplerini ve devredilen hakkın, inanılan tarafından inanana geri verme şartlarını içeren borçlandırıcı bir muameledir. Bu sözleşme, tarafların hak ve borçlarını kapsayan bağımsız bir akit olup, mülkiyeti naklinin hukuki sebebini teşkil eder. İnançlı işlemde inanılan, hakkını kullanırken kararlaştırılan koşullara uymayı, amaç gerçekleşince veya süre dolunca gayrimenkulü tekrar inanana devretmeyi yüklenmektedir. Bu yükümlülüğün yerine getirilmemesi halinde bunun dava yoluyla hükmen yerine getirilmesi istenebilir. Tarafların iradesine göre şartlar gerçekleştiğinde, taşınmazın iade edilmesinde sözleşmişlerdir. İradelerin resmi sözleşmenin yapılmasından önce veya sonra olmasının sonuca bir etkisi olmadığı gibi, temliki işlemin yapıldığı tarihte var olan irade doğrultusunda 4/7/1992 tarihli yazılı belge ile teyit edilmiş olduğu ve … ilçesi, … Mah. … ada 38 ve 39 parsel sayılı taşınmazların inançlı işlemle davalıların murisine intikalin sağlandığı, kesin hüküm itirazının ve zamanaşımı itirazının yerinde olmadığı kanaatine varılarak davacının davasının kabulü ile tapu kaydının iptaline dair aşağıdaki hüküm kurulmuştur.
HÜKÜM:
1-Davacının davasının kabulü ile dava konusu …, … … ada 38 ve 39 nolu parsellere ilişkin tapu kaydının iptali ile davacı O. Ticaret Limited Şirketi adına tapuya tesciline, ... ”
YARGITAY 1. HUKUK DAİRESİ’NİN KARARI
(T: 26.05.2015, E: 2013 / 20662, K: 2015 / 7667)
“ … Dosya içeriğinden ve toplanan delillerden: çekişme konusu … ada 38 ve 39 parsel sayılı taşınmazların 8.1.1951 tarihinde tesis kadastrosu sonucu davacı şirket adına tescil edildiği şirket paylarının Yunanistan uyruklu kişilerden F.E. ve N.E. tarafından satın alınarak 30.7.1990 tarihinde Ticaret Sicili Gazetesinde yayımlandığı, 4.7.1992 tarihli “gayrimenkul alım satım sözleşmesi ön anlaşması” adı altında davacı şirket vekili M.F.E. ile davalıların murisi K.A. vekili sıfatı ile M.K.S arasında imzalanan adi yazılı sözleşme ile anılan taşınmazların K.A.’ya satış vaadi ile devri ve sonrasında şirkete iadesinin kararlaştırıldığı, 30.11.1992 tarihinde noterde düzenlenen vekâletname ile K.A. tarafından M.K.S.’nin genel vekil tayin edildiği 7.12.1992 tarihinde noterde düzenlenen ve şirket vekili ile K.A. vekili arasında imzalanan gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi ile taşınmazların K.A.’ya satışının yapıldığı anlaşılmaktadır. Öte yandan: 14.1.1993 tarihinde K.A.’nın bizzat davacı şirket aleyhine açtığı ferağa icbar davasının ilk oturumunda şirket vekilinin iddiaları kabul ederek İstanbul 5.Asliye Hukuk Mahkemesi’nin 1993/29 Esas, 1993/182 Karar ve 6.5.1993 günlü kararı ile davanın kabulüne karar verildiği, temyiz edilmeksizin 14.9.1999 tarihinde kesinleştiği görülmektedir. Hemen belirtilmedir ki: davacı taraf, çekişme konusu taşınmazların davalıların murisine inanç sözleşmesine dayalı olarak temlik edildiğini ileri sürerek eldeki davayı açmış ise de: davacı şirketin yaptığı tasarrufi işlemin hukukiliği ve geçerliliği ferağa icbar davasında verilen ve kesinleşen hükümle sabit olmuştur. Başka bir deyişle, taşınmazın temlikine ilişkin tasarrufun hukuken korunması yönündeki olgu kesinleşen kararla benimsenmiş olmakla eldeki dava bakımından “bu olgu” kesin delil niteliğindedir. Öte yandan: muvazaalı işlem “yokluk”la maluldür ve hiçbir hukuki netice doğurmaz. Oysa, kendilerinin yer aldığı ve kendilerine karşı açılan ferağa icbar davasında işlemin muvazaalı …” (olduğu) “… yönünde bir iddia ve savunma ile temlik işlemine karşı konulması mümkün iken karşı konulamamış ve kesinleşen kararla da işlemin (gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi) hukukiliği kesinleşmiştir. Gerçekten de bir hükmün ve sonuçlarının ortadan kaldırılması ve bertaraf edilebilmesi ancak 6100 sayılı HMK nun 374 ve takip eden (1086 sayılı HUMK nun 445 ve devamı) maddeleri hükümleri gereğince elde edilecek yeni bir hükümle mümkündür. Fevkalade kanun yolu olan yargılamanın iadesi mevcut iken olağan yoldan açılan bir dava ile aynı sonuca ulaşmak olanaksızdır. Ayrıca: ferağa icbar davasında kabul beyanında bulunan davacı şirket, muvazaalı işlemin tarafı olduğuna göre, eldeki davada ileri sürülen iddiaların Türk Medeni Kanunu’nun 2. maddesinde düzenlenen iyiniyet kurallarıyla bağdaşmayacağı da kuşkusuzdur. Hal böyle olunca davanın reddine karar verilmesi gerekirken, yanılgılı değerlendirme ve yasal olmayan gerekçe ile yazılı şekilde hüküm kurulması doğru değildir. Davalıların temyiz itirazları yerindedir. Kabulü ile hükmün açıklanan nedenlerle (6100 sayılı yasanın geçici 3.maddesi yollaması ile) 1086 sayılı HUMK’un 428.maddesi gereğince BOZULMASINA, (…) oyçokluğuyla karar verildi.”
KARŞI OY
“ … Dava, inançlı işlem hukuksal nedenine dayalı tapu iptali-tescil isteğine ilişkindir. Mahkemece, 04.07.1992 günlü belge inançlı işlemin yazılı belgesi kabul edilerek iptal-tescile karar verilmiştir. Bu tür iddiaların yazılı delille kanıtlanabileceği 05.02.1947 gün 20/6 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı gereğidir. Somut olayda 04.07.1992 günlü belge davacı şirket yetkilisi ile taşınmazı temellük eden K.A. vekili M.K.S. arasında düzenlenmiştir. M.K.S.’nin K.A. vekili olması ve altındaki imzanın vekilin eli ürünü olması halinde belgeye geçerlilik tanınacağı kuşkusuzdur. Her ne kadar belge düzenlendiği tarihte belgeyi imzalayan kişi (M.K.S.) K.A.’nın vekili değilse de, 30.11.1992 tarihinde K.A. tarafından vekil tayin edilmiştir. Bu durumda belge altındaki imzanın vekile ait olup olmadığının tespiti önem arz eder. Nitekim davalılar, imzanın vekile ait olmadığını bildirmişlerdir. Bu durumda 04.07.1992 günlü belge altındaki imzanın vekil M.K.S.’ye ait olup olmadığı yönünde Adli Tıp Fizik İhtisas Kurulundan rapor alınması, imza vekilin ise, anılan sözleşmede satış vaadi yapılacağı da kararlaştırılmış olup, ferağa icbar davasında davacı şirketin davayı kabulü de belgede belirlenen iradenin devamı olduğundan, davanın kabul edilmesi ve hükmün bu gerekçe ile bozulması düşüncesinde olduğumdan sayın çoğunluğun bozma gerekçesine katılamıyorum … ”
İSTANBUL 2. ASLİYE HUKUK MAHKEMESİ’NİN KARARI
(T: 14.04.2016, E: 2016 / 99, K: 2016 / 149)
“ … İstanbul 5. Asliye hukuk mahkemesinin 1993/29 E 182 K sayılı dosyası ile davacı K.A. tarafından davalı O. şirketi aleyhine açılan tapu iptal tescil davasının yargılaması sırasında davalı şirket vekili Av. F. M.’nin davayı kabul ettiği ve dava konusu … Mahallesi … ada 38 ve 39 sayılı parsel taşınmazların davacı K.A. adına tesciline karar verildiği ve verilen kararın temyiz edilmeksizin 14/09/1999 tarihinde kesinleştiği, davanın taraflar arasında yapılan inanç sözleşmesinin tamamlanması amacıyla açılan dava olduğu, İstanbul 16. Noterliği 07/12/1992 tarih ve 41292 yevmiye sayılı inançlı düzenlenen gayrimenkul satış vaadi sözleşmesinin tamamlanması için dava açıldığı ve davalının davayı kabul ederek taraflar arasında düzenlendiği kabul edilen inançlı sözleşmenin yerine getirilmesini sağladığı, mahkememize açılan bu davada ise …” (davacı) “ … İstanbul 16. Noterliği 07/12/1992 tarih 41292 yevmiye sayılı inançlı gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi ve İstanbul 5. Asliye hukuk mahkemesi 1993/29 E 182 K sayılı dosyası ile verdiği taşınmazın iadesini talep etmektedir, düzenlenen gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi ve sözleşmenin ifası anlamındaki mahkeme kararının inançlı işleme dayalı olduğu ispat edildiğine göre ilk davada verilen hükmün ikinci dava için kesin hüküm olmayacağı, davacının bu dosyadaki kabulü mahkeme içi ikrar olarak değerlendirilemeyeceği gibi kesin delil olarak da kabul edilemez. Davacı şirket ve davalı K.A. arasında düzenlenen sözleşme ve buna bağlı işlemle iade edilmek üzere dava konusu taşınmazlar için inançlı gayrimenkul satış vaadi sözleşmesi düzenlenmiş ve tapuda yapılacak satış işleminden daha güçlü bir hukuki durum yaratmak için tapu iptal davası açılmasını sağlayarak, inanılana inançlı olarak kazandırmak için işlem yapmışlardır. HMK.’nun 374 ve takip eden maddelerinde yargılamanın iadesi hükümleri düzenlenerek hangi hallerde kesinleşmiş hüküm hakkında dava açılabileceği belirlenmiştir. … Davacı şirket ve K.A: arasında düzenlenen inançlı sözleşme uyarınca tapu iptal davası açıldığı ve HMK 375. maddede sayılan hallerden hiçbiri taraflar arasındaki somut olayda söz konusu değildir. İstanbul 5. Asliye hukuk mahkemesi 1993/29 E 182 K sayılı ferağa icbar davasında kabul beyanında bulunan davacı şirketin eylemi inançlı işlemin sonucu kabul edildiğine göre bozma ilamında belirtilen muvazaalı işlemin tarafı olduğu yolundaki bozma gerekçesi de kabul edilemez. Dava konusu taşınmazlar davacı şirket idarecisi M.S.M tarafından, Bahçeşehir Üniversitesine 01/07/2006 başlangıç tarihli kira sözleşmesi ile kiraya verildiği ve dava tarihine kadar davacı şirket tarafından kira paralarının alındığı, K.A.’ya devredilmediği, dava sırasında da davacı şirket tarafından kira paraları konusunda tedbir talep edildiği, buna rağmen davacının davranışının TMK’nun 2. maddesinde düzenlenen iyiniyet kurallarıyla bağdaşmayacağını söylemek hukuk kurallarıyla bağdaşmaz. Herkes, haklarını kullanırken ve borçlarını yerine getirirken dürüstlük kurallarına uymak zorundadır. Bir hakkın açıkça kötüye kullanılmasını hukuk düzeni korumaz. Murislerinin davalı şirketle yaptığı inanç sözleşmesi uyarınca davalı mirasçıların, dava konusu taşınmazları iade etmesi gerekirken sahiplenmeye yönelik davranışları, TMK’nun 2. maddesinde belirtilen iyi niyet kuralları ile bağdaşmayan ve korunması hukuken mümkün olmayan niteliktedir. Mahkememizce bu nedenlerden dolayı İstanbul 5. Asliye hukuk mahkemesi 1993/29 E 182 K sayılı hükmün kesin delil sayılamayacağı ve yargılamanın iadesi sebepleri bulunmadığı gibi inançlı işlemin varlığını ispat eden, dava tarihine kadar taşınmazı kiraya vermek suretiyle kullanan, K.A.’ya devretmeyen davacı şirketin davranışının TMK’nun 2. maddesinde düzenlenen iyiniyet kurallarıyla bağdaşmayacağını söylemek kanaatine varıldığından Yargıtay bozma ilamına karşı önceki kararda ısrar edilerek davacının davasının kabulüne dair aşağıdaki şekilde hüküm kurulmuştur.
HÜKÜM:
1- Mahkememizce verilen 2011/186 E. 2013/296 K. Sayılı önceki kararda ısrar edilmesine ve davacının davasının kabulü ile dava konusu …, …, ada 38 ve 39 nolu parsellere ilişkin tapu kaydının iptali ile davacı O. Ticaret Ltd. Şirketi adına tapuya tesciline,
... açıkça okunup anlatıldı. … ”
* Bu hukukî mütalaa 01.07.2013 tarihinde kaleme alınmıştır.
1 Baki Kuru / Ramazan Arslan / Ejder Yılmaz; Medenî Usul Hukuku, 6100 sayılı HMK’na Göre Yeniden Yazılmış 22. Baskı, Ankara, 2011, s: 686.
(2) Kuru / Arslan / Yılmaz, age, s: 687.
(3) Kuru / Arslan / Yılmaz, age, s: 696.
(4) Kuru / Arslan / Yılmaz, age, s: 533. Y. 16. HD, T: 22.09.2003, E: 2003 / 8065, K: 2003 / 7649 sayılı kararından: “ … Mahkemece davalının 24.10.2002 tarihli celsedeki kabul beyanına değer verilmeyerek yazılı şekilde hüküm kurulmuş ise de, Hukuk Usulü Muhakemeleri Kanunu’nun 95. maddesi hükmüne göre, davayı kabul ve davadan feragat kesin hükmün sonuçlarını doğurur. Davalı 24.10.2002 tarihli celsede davayı usulüne göre kabul etmiş ve beyanını imzası ile onaylamıştır. …” (Kazancı İçtihat Bilgi Bankası).
(5) Baki Kuru; Hukuk Muhakemeleri Usulü, 6. Baskı, C: 5, İstanbul, 2001, s: 5092 - 5093.
(6) Y. 14. HD, T: 06.12.2005, E: 2005 / 9830, K: 2005 / 10918 sayılı kararından: “ … Dava, satış vaadi sözleşmesine dayanan tapu iptali ve tescil istemine ilişkindir. Kaynağını Borçlar Kanunu’nun 22. maddesinden alan taşınmaz satış vaadi sözleşmeleri, Borçlar Kanunu’nun 213. maddesi ile Türk Medeni Kanunu’nun 706 (önceki Medeni Kanunun 634) ve Noterlik Kanunu’nun 89. madde hükümleri uyarınca noter önünde resen düzenlenmesi gereken, bir başka anlatımla geçerliği resmi şekil şartına bağlı kılınan, tam iki tarafa borç yükleyen ve kişisel hak sağlayan sözleşme türüdür. Vaad alacaklısı, taşınmaz satış vaadi sözleşmesi ile mülkiyet devir borcu yüklenen satıcıdan edim yerine getirilmediğinde Medeni Kanunun 716 (önceki Medeni Kanun 642) maddesi uyarınca açacağı tapu iptali ve tescil davasında borcun hükmen yerine getirilmesini isteyebilir. …” (Kazancı İçtihat Bilgi Bankası). Yargıtay’ın bu yöndeki diğer kararları için bkz. Kemal Oğuzman / Özer Seliçi / Saibe Oktay-Özdemir; Eşya Hukuku, İstanbul, 2009, s: 325, dn: 380.
(7) Kuru / Arslan / Yılmaz, age, s: 417.
(8) Oğuzman / Seliçi / Oktay - Özdemir, age, s: 387 ve dn: 432’de anılan kararlar.