• Avukatlık Sözleşmesi • Avukatlık Sözleşmesinde Değişiklik Yapılması • Avukatlık Sözleşmesinin Haklı Sebeple Feshi • Senetle İspat Zorunluluğunun İstisnası Olarak Hayatın Olağan Akışı Kavramı • Müvekkilin Avukatın Düzenlediği Serbest Meslek Makbuzuna İtiraz Etmemesi • Avukatın Hesap Verme Borcunun Kapsamı • Müvekkil Tarafından Verilen İbranamenin Hukukî Etkisi
HUKUKÎ MÜTALAA*
A. GİRİŞ
İstanbul Barosu avukatlarından Sayın Av. R. U., müvekkili Y.K. Tekstil Anonim Şirketi ile davacı Av. B.T. arasında Adana 3. Asliye Hukuk Mahkemesi nezdinde E: 2014 / 199 sayılı dosya ile görülmekte olan bir dava hakkında yazılı bir hukukî mütalaa hazırlamamı talep etmiştir.
Sayın Av. R. U., Adana 3. Asliye Hukuk Mahkemesi nezdinde görülen davanın dosyasının bir örneğini şahsıma tevdi etmiştir. Dosya içindeki tüm belgeler tam bir tarafsızlıkla incelenmiş ve aşağıdaki bilimsel değerlendirmelere gidilmiştir.
B. İDDİA ve SAVUNMANIN ÖZETİ
I. Dava Dilekçesinin Özeti
Davacı vekili, 20.05.2014 tarihli dava dilekçesinde özetle; müvekkili Av. B. T. ile davalı şirket arasındaki ilişkinin “İş ve Ücret Sözleşmesi” başlıklı sözleşme ile başladığını ve bu sözleşmeyi de kapsayan “Avukatlık Ücret Sözleşmesi” ile devam ettiğini, bu sözleşme çerçevesinde davalının aylık ve yıllara sâri olarak icra takip dosyaları gönderdiğini, müvekkilinin de davalının talimatlarına uyarak titizlikle dosyaları takip ettiğini, icra takip dosyalarının zaman içerisinde artması üzerine müvekkilinin, davalıdan, ücret sözleşmesine göre doğmuş alacaklarının ödenmesini talep ettiğini, ancak ücretin ödenmediğini, davalının, müvekkilini hukuka ve ahlaka aykırı çalışma koşullarına maruz bıraktığını, davalının, 08.02.2014 tarihinde “İcra dosyaları ile ilgili yeni çalışma şartlarımızın … tebliğidir.” başlıklı yazı ile icra takip dosyalarındaki rakamların % 85’inin peşin olarak 15 gün içinde ödenmesini istediğini, bu çalışma şeklinin sadece davalı Y.K. Tekstil Anonim Şirketi için değil, müvekkilinin avukatlığını yaptığı davalı ile aynı şirketler grubuna bağlı E. Tekstil Anonim Şirketi ve Ü. Tekstil Konf. Tic. Anonim Şirketi için de geçerli olduğunu, müvekkilinin istifa tarihine kadar muaccel olan 241.387,00 TL ücret alacağının ödenmediğini, müvekkilinin Adana 4. Noterliği aracılığı ile keşide ettiği 26.02.2014 tarih ve 3206 numaralı ihtarnamesi ile davalı şirketin dayattığı hukuka ve ahlaka aykırı koşullarla bir avukat olarak çalışmaya devam edemeyeceğini, ücret sözleşmesindeki fesih usullerine uyulmasını, ödenmemiş alacaklarının da 7 iş günü içinde ödenmesini ihtar ettiğini, davalının Adana 9. Noterliği aracılığı ile keşide ettiği 5657 yevmiye numaralı cevabi ihtarnamesi ile müvekkilinin alacaklarını mesnetsiz bir biçimde inkâr ettiğini ve ödemelerini yapmadığını, bütün bunların neticesinde davacının Adana 4. Noterliği aracılığı ile keşide ettiği 17.03.2014 tarih ve 4452 yevmiye numaralı ihtarnamesi ile davalının mali yükümlülüklerini yerine getirmediği gerekçesi ile aralarındaki sözleşmeyi haklı sebeple feshettiğini ve böylece vekillikten istifa ettiğini, Avukatlık Kanunu m.38 gereğince avukatın kendisine yapılan yolsuz ve haksız gördüğü teklifi reddetmek zorunda olduğunu, yine Avukatlık Kanunu m.34 ve m.55 gereğince de haklı olarak sözleşmesini feshetmek zorunda kaldığını, taraflar arasındaki “Avukatlık Ücret Sözleşmesine göre hiçbir tahsilat şartına bağlı olmaksızın icra dairelerinde dosyaların açılmasıyla müvekkilinin % 15 vekâlet ücretine hak kazanacağının düzenlendiğini, yine sözleşmenin 4. maddesine göre aralarındaki sözleşmenin feshedilmesi hâlinde davalının fesih tarihi itibarıyla derdest olarak devam eden icra takip dosyaları ile ilgili olarak kendisine eksiksiz ödemede bulunmayı kabul ve beyan ettiğini, sözleşmenin 7. maddesine göre davacının hukukî müşavirlik ve danışmanlık hizmetlerinin karşılığında müvekkiline her ay KDV ve stopaj hariç olmak üzere aylık 1.000.00 TL ücret ödemeyi kabul ettiğini, sözleşmenin 2. maddesine göre açılan ve takip edilen ticari dava işlerinin ve icra takip dosyalarının masraf ve giderlerinin daha sonra davalı şirket tarafından ödenmek üzere müvekkili tarafından karşılanacağının kararlaştırıldığını, yine sözleşmenin 4. maddesine göre de davalı şirket işin takip edilmesinden herhangi bir şekilde vazgeçerse yani müvekkiline çalışma olanağı bırakmazsa müvekkilinin vekâletten çekilebileceğini, vekâletten çekilme hâlinde sözleşme hükümlerine göre karara bağlanan hak ve alacakların hiçbir tahsilat şartı aranmaksızın eksiksiz olarak ödeneceğini, son olarak sözleşmenin 8. maddesine göre sözleşme süresinin 1 yıl olduğunu ancak taraflarca sözleşme noter vasıtası ile feshedilmediği sürece sözleşmenin aynı şart ve koşullarla aynı süre ile yenilenmiş olacağını, davacının sözleşme hükümlerine göre toplam 478.367,00 TL alacağı olduğunu belirtmiştir.
II. Cevap Dilekçesi ve Karşı Dava Dilekçesinin Özeti
Davalı vekili 11.07.2014 tarihli cevap dilekçesinde özetle; davacı vekilinin taraflar arasındaki gerçek (eylemli) sözleşme ilişkisini açıklamadığını, farklı amaçlarla elde ettiği gerçek dışı belgelere dayanarak bu davayı ikame ettiğini, 2014 yılının Ocak ayının ilk haftasında şifahi olarak davacıdan tahsilatlardaki kayda değer düşüşün nedeninin sorulduğunu, bu ilk şifahi talepten sonra dosyalardan hangi tarihte, ne miktarda tahsilat, ödeme, masraf ve ücret kesintisi yapıldığını gösteren bir rapor verilmesi için noter vasıtası ile dört ihtarname çekildiğini fakat hâlen daha davacının bu ihtarlara cevap vermediğini, ayrıca davacının bu ihtarnameleri dosyaya sunmadığını, davacının 2008 yılında davalının bazı icra takiplerinin avukatlığını yaptığını, 2009 yılında ise hiçbir icra takibinin söz konusu olmadığını, davacının 2010 - 2011 yılları arasında % 85 kırım usulü ile 2012 - 2013 yılları arasında da % 15 ücret alarak çalıştığını, 2010 yılının başında davacının davalıya başvurarak “Y.K. AŞ’den taksitli alışveriş yapan müşterilerden gelen alacakların düşük miktarlı olması sebebiyle tahsil şansının yüksek olduğunu, bunun avukat için kârlı bir iş olduğunu” ve “kendisine alacakların takip sonrası işleyen faizlerinin bırakılması kaydıyla % 85 kırım usulü ile peşin ödemeye talip olduğunu” söylediğini, davalının bu teklifin yasal olup olmadığını sorması üzerine davacının “birtakım riskler aldığını ancak kendileri için sorun yaratmayacak birtakım belgeleri imzalarlarsa her iki tarafın da güvence altında olduğunu” belirttiğini, 2010 yılından itibaren avukatın bu şekilde çalışmış olduğunu, 2012 yılının başında ise davacının “yasalarda borçlular lehine yapılan düzenlemeler ile tahsilde zorluklar yaşadığını” belirterek taraflar arasındaki gerçek (eylemli) sözleşme şartlarını değiştirmek istediğini, bunun üzerine tarafların, davacının % 15 ücretini mahsup ettikten sonra yaptığı tahsilatların gecikmeksizin davalıya ödenmesi ve kendisine masraf avansı verilmesi şeklinde anlaştıklarını ve davacı ile son döneme kadar bu şekilde çalıştıklarını belirtmiştir.
Davalı vekili dilekçenin devamında; 2010 - 2011 yıllarındaki çalışma şartlarına göre davacının zaman zaman gecikmeli de olsa % 85 kırım usulü ödemelerini yaptığını fakat davacının % 15 oranında makbuz kesme taahhüdünü yerine getirmediğini, dilekçeye ekli belgelerde davacının, davalının banka hesaplarına ne kadar ödeme yaptığını gösterir belgelerin ve serbest meslek makbuzlarının yer aldığını, yani davacının iddia ettiği üzere 2014 yılında davacının peşin para ile icralık evrak almaya zorlanmadığını zaten davacının yıllarca kendi talebiyle bu şartlarda çalıştığını, 2012 - 2013 yılları arasındaki dönemde ise davacının % 15 ücreti mahsup ettikten sonra yapılan tahsilatları geciktirmeksizin davalıya ödeyerek ve davacıya masraf avansının verilerek çalışıldığını, davanın dayanağı olan 01.01.2009 tarihli avukatlık sözleşmesinin hükümsüz olduğunu, zira sözleşmeyi, taraflar arasındaki gerçek (eylemli) sözleşmenin gizlenmesi ve mesleki riskleri görünüşte ortadan kaldırmak amacıyla davacının bizzat hazırladığını, söz konusu sözleşmenin davalı için ağır yükümlülükler getirdiğini, davalının böyle bir sözleşme ile bağlanma iradesinin olmadığını, söz konusu sözleşmenin davacının kırım usulü ile çalışmaya başlamasından sonra, 2010 yılının ortalarında, geçmiş tarihli olarak imzalandığını, davacının yıllarca davalıyı aldattığını, 5 yıl boyunca ücret talebinde bulunmayarak da sustuğunu, sözleşmenin, Borçlar Kanunu’nun 36. maddesi gereği, taraflardan birinin diğerini aldatması sonucu yapılması nedeniyle hükümsüz olduğunu, tarafların gerçek iradelerini yansıtmadığından Borçlar Kanunu’nun 19. maddesi gereği muvazaa sebebiyle de hükümsüz olduğunu, TBK.m.115/f.3 hükmü gereğince de davacının, daha işin başında her türlü kusurundan dolayı sorumsuzluğunu tasdik ettirmesinin de geçersiz olduğunu, davacının yıllarca bu geçersiz sözleşmeye dayanarak 1000 TL ücretini talep etmeyip şimdi bunu dile getirmesinin TMK.m.2 gereğince somut adalet ilkesi ile de bağdaşmadığını, davacının mahkemeye sunulan deliller üzerinde tahrifat yaptığını ayrıca dava dilekçesi ile sunulan belgelerin birbirinin aynı bilgileri haiz olduğunu, aynı zamanda bu belgelerin çelişkili bilgiler içerdiğini, davacının, Adana 5. Asliye Hukuk Mahkemesi’nde E: 2005 / 288, K: 2007 / 409 sayılı dosya ile görülmekte olan bir davada bu davanın tam tersi bir tutum izlediğini, gerçek dışı belgelerin de mağaza müdürüne yetkilendirme beyanına istinaden imzalatıldığını, söz konusu belgeler incelendiğinde de davalının davacıdan rapor istediği tarihten sonra imzalatıldıkları ve inandırıcı olmadıkları iddia edilmiştir. Davaya hazırlık sürecinde gösterilen icra dosyalarına ulaşılmaya çalışıldığında büyük bir bölümünün işlemsizlik nedeni ile kapatıldığının öğrenildiğini, davacının genel ibra şeklinde aldığı belgelerin gerçekleri yansıtmadığını, bu nevi belgelerin güven verici ödeme belgeleri ve hesap raporu ile de desteklenmesi gerektiğini, zira genel olarak alınan ibraların Yargıtay tarafından da kabul edilmediğini belirtmiştir.
Davalı vekili 11.07.2014 tarihli karşı dava dilekçesinde ise özetle; Borçlar Kanunu’nun 508. maddesi gereğince vekilin hesap verme borcunu yerine getirmesini talep etmiş, asıl davanın davacısının hapis hakkını yasalara aykırı kullandığını, muaccel bir alacağı olduğunu ispatlayamadığını, davalının tahsil ettiği hâlde davacıya ödemediği miktara ilişkin ıslah ve dava haklarını saklı tuttuğunu belirtmiştir.
III. Cevaba Cevap ve Karşı Davaya Cevap Dilekçesi
Davacı vekili 27.08.2014 havale tarihli cevaba cevap ve karşı davaya cevap dilekçesinde özetle; davalının basiretli bir tacir olduğunu, şahsi avukatları ve diğer şirket avukatları ile birlikte 100’e yakın avukattan hukukî yardım aldığını, imzaladıkları belgelerin içeriğini, sorumluluklarını bilebilecek ve teyit ettirebilecek durumda olduklarını, ibranın borcu sona erdiren bir hukukî işlem olduğunu, ibranamelerinin açık, kesin ve güvenilir olduğunu, ibra sözleşmesinin geçerliliğinin herhangi bir şekil şartına bağlı olmadığını, taraflar arasında yıllar içinde uygulama hâline gelmiş, tarafların uygun bulduğu belli bir şekle göre oluşturulmuş 800’e yakın ibranamenin mevcut olduğunu, davalı şirket yetkilisinin yıllar önce yapılan ilk görüşmede ödemelerin bir bölümünün nakit olarak teslim edilmesini özellikle istediğini, davalının mevcut muhasebe düzenlerine göre ödeme yapılmasını talep ettiğini, müvekkilinin de bu talimata uygun hareket ettiğini, müvekkilinin bilgilendirme yükümlülüğünü davalının talepleri doğrultusunda defalarca yerine getirdiğini, Avukatlık Kanunu’nun 166. maddesi gereğince müvekkilinin masraf ve ücretlerinin ödenmesini teminat altına almak amacıyla davacının alacağı üzerinde hapis hakkını kullanabileceğini, müvekkilinin 17.03.2014 tarihi itibarıyla muaccel olmuş 308.455,94 TL ücret ve gider alacağının bulunduğunu, müvekkilinin yaptığı tahsilatları kararlaştırılan 1 yıllık makul süre içinde geciktirmeden teslim ettiğini, davalının Adana Baro Başkanlığına verdiği şikâyet dilekçesi ile cevap dilekçesinin birbiri ile çeliştiğini, bu dilekçede davalının hiçbir şekilde kırım usulü ile çalışıldığını belirtmediğini, davalının 11.02.2014 tarihli yazısında “İş bu güne kadar şirketimiz Y. K. Tekstil AŞ ile 2008 yılında yapmış olduğumuz Avukatlık Ücret Sözleşmesindeki şartlara göre çalışmamızı tarafınızla sürdürdük.” diyerek 2008 yılından itibaren Avukatlık Sözleşmesi hükümlerine göre çalışıldığını beyan ve ikrar ettiğini belirtmiştir.
Davalının 2008 - 2012 yıllarına yönelik takip edilmiş dosyalardan yapılan tahsilatlar ile ilgili davacıdan aldığı teslimata yönelik ayrıntılı hesap bilgisi istediğini, davalının iddia ettiği gibi kırım usulü ile çalışılmış olsaydı, mülkiyetini devrettiği değerlerden yapılmış tahsilatlarla ilgilenmeyeceğini, verilen ibranamelerin borç kapanış ibranamesi olmadığını iddia eden davalının bunu kanıtlaması gerektiğini, davalının 105.036,04 TL’nin kendisine ait olduğunu iddia etmekte olduğunu fakat bu dosyaları davacıya belli bir bedel karşılığında devrettiyse 2009 / 2010 / 2011 tarihli dosya tahsilatlarını talep etmesinin hayatın olağan akışına ve mantığına aykırı olduğunu, davacının bütün dosya masraf ve giderlerini kendisinin karşıladığını, Avukatlık Kanunu’nun 173. maddesi gereği bunun mümkün olduğunu, Yargıtay’ın da bu hâlde masraf ve giderlerle ilgili olarak iş sahibine hesap verme yükümlülüğünün olmadığını belirttiğini, haklı sebeplerle istifa eden avukatın ücretin tamamına hak kazanacağını, bu durumda karşı vekâlet ücretinin davacıya ait olduğunu, iş bu davaya konu olan 1584 adet icra takip dosyasına ilişkin % 15 vekâlet ücretinin ödenmediğini, davalının buna ilişkin serbest meslek makbuzlarını dosyaya sunamadığını, davalının basiretli bir tacir olarak bu makbuzları almadan ödeme yapmasının hayatın olağan akışına aykırı olduğunu, 25.01.2014 ve 06.02.2014 tarihli belgelerde davalının, davacıya hiçbir hak ve alacağın henüz ödenmemiş olduğunu beyan ve ikrar ettiğini, Avukatlık Kanunu’nun 163. maddesi gereği avukatlık sözleşmelerinin yazılı şekilde yapılması gerektiğini, davalı şirket ile aralarında yıllar içinde 2 adet yazılı sözleşme yapıldığını, davalının bir adet sözleşme yapılmış ve onda da aldatılmış olduğunu ileri sürmesinin gerçek dışı olduğunu, hukukî danışmanlık ve müşavirlik hizmetlerine ilişkin serbest meslek makbuzlarının davalıya gönderildiğini, davalının bu makbuzların içeriğine 8 gün içinde itiraz etmediğini, davalının muvazaa iddiaları bakımından ise; davalının bunu ancak başka bir yazılı delil ile ispat edebileceğini, Yargıtay’ın yerleşik içtihatlarına göre de iddialarının ispatı için kimsenin kendi muvazaasına dayanamayacağını, davalının davacıyı hukuk ve ahlak dışı çalışmaya zorladıktan 4 gün sonra davacıya yeni işler gönderdiğini, basiretli bir tacir olan davalının dosyası hakkında bilgi vermekten imtina eden bir avukatı azletmeyip ona yeni iş göndermesinin davacının iddia ettiği performans düşüklüğünün göstergesi olamayacağını, davalının sunmuş olduğu delillere itibar edilemeyeceğini zira belgelerin üzerinde davacıya ait bir yazının olmadığını, hatta davacının sunduğu “Y.K. Tekstil AŞ icra takibindeki derdest dosyalar” başlıklı listede tahrifat yapıldığını iddia etmiştir. Davacı / karşı davalı vekili, ayrıca davacının 17.03.2014 tarihli ihtarnamesi ile tebliğ edilen ayrıntılı hesap ve bilgi raporu ile serbest meslek makbuzunu davalının 21.03.2014 tarihinde teslim aldığını fakat yasal süre olan 8 gün içinde makbuzun içeriğine itiraz etmediğini, taraflar arasındaki mevcut avukatlık sözleşmesinin 4. maddesinin, iş sahibinin, davacıya hukuken çalışma imkân ve olanağı bırakmadığı takdirde ortaya çıkan hak ve alacakların muaccel olacağını düzenlediğini belirtmiş ve karşı davanın reddini talep etmiştir.
IV. Asıl Davada İkinci Cevap ve Karşı Davada Cevaba Cevap Dilekçesi
Davalı vekili, 17.10.2014 tarihli asıl davada ikinci cevap ve karşı davada cevaba cevap dilekçesinde özetle; davacının, davalının basiretli bir tacir olması sebebi ile aldatılma definde bulunamayacağı yönündeki iddiasına karşılık, davacının, toplumda güven duyulan kutsal bir mesleği ifa eden bir avukat olduğunu, özel eğitim ve ihtisas ile Baro’dan ruhsatını alarak mesleğini ifa ettiğini, TBK.m.36’nın aldatma fiilinin mağduru olan şahsın kişiliği veya statüsü hakkında bir ayrım yapmadığını, kaldı ki vekilin de basiretli şekilde hareket etmesi gerektiğini, davacının bu hususta sunduğu Yargıtay kararlarından hiçbirinin avukat ile tacir müvekkili arasındaki ilişkiyi ele alan kararlar olmadığını, aldatmada hak düşürücü sürenin öğrenme tarihinden itibaren başladığını belirtmiştir. Davalı vekili, davacının dayandığı ibranameler ve elden ödeme iddiası bakımından ise mağaza müdürünün davalı şirketi temsile yetkili olmadığını davacının bildiğini, davacıdan beklenen özen ve sadakat borcu nedeniyle genel ibraname gibi önem arz eden konularda davacıya başvurması gerektiğini, 2010 - 2011 yıllarındaki takiplere ilişkin davacının dosyaya sunduğu genel ibranamelerde gösterilen tutarların doğru olmadığını, bunun nedeninin ise gerçekte asıl alacak tutarlarının davacı tarafından % 85 oranında ödenmesi olduğunu, 2012 - 2013 yıllarında tanzim edilen belgelerde ise 2010 ve 2011 yıllarına ait tahsilatlar yapılmış olmasına rağmen bu alacakların peşin ödenmesi sebebiyle yer almadığını, davacının özen ve sadakat borcu nedeniyle müvekkiline (davalıya) yaptığı ödemeleri belgelendirmek zorunda olduğunu, davacının dosyaya sunduğu banka dekontlarının tamamının istifa sonrası yaptığı tahsilatları davalıya ait banka hesabına havale ettiğini belgelediğini, istifa tarihinden önce ise davalıya yaptığı ödemeleri gösterir tek bir belgeyi dosyaya sunamadığını, davacının haklı istifasına gerekçe olarak gösterdiği hukuk ve ahlaka aykırı çalışma şartları ile çalıştığı dava dışı şirketlerin de var olduğunu, davacının davalı adına tahsil ettiği paralarla karşıladığı masraf ve giderleri kendisinin yaptığı iddiasını ispat edebilmesi için hesap raporu vermesi gerektiğini, mağaza müdürü tarafından davacıya tebliğ edildiği iddia edilen belgenin gerçekte bizzat davacı tarafından kurgulanıp hazırlandığını, bunun haklı fesih gerekçesi olamayacağını, kaldı ki davacının bu yazıyı aldığı anda hukuka ve ahlaka aykırı teklifi reddetme hakkı olduğunu, karşı vekâlet ücretinin ise takip sonuçlanınca hak edildiğini, takip borçlularından henüz tahsil edilmemiş olan ücretler nedeniyle davalıdan talep edilemeyeceğini, davacının, iddia ettiği gibi yapılan tahsilatlardan 6 yıl boyunca ücretlerini mahsup etmiş olmamasının ve buna katlanmasının hayat tecrübeleri ile bağdaşmayacağını, davacının faturaya 8 gün içinde itiraz edilmediği iddialarına karşılık, 6102 sayılı Türk Ticaret Kanunu’nun 21. maddesinin fatura ve teyit mektubuna ilişkin olduğunu, davacının ise bir avukat olduğunu ve tacir olmaması nedeniyle serbest meslek makbuzu kestiğini dolayısıyla 8 günlük itiraz süresinin burada uygulanmayacağını, aldatma ve muvazaa gibi defilerde bulunan tarafın ise bu iddiasını her türlü delil ile ispatlayabileceğini, karşı davalının alacaklarının muaccel hâle geldiği iddiasının doğru olabilmesi için öncelikle tahsil ettiği tutarları karşı davacıya gecikmeksizin bildirmesi gerektiğini, hangi işten dolayı ne miktarda alacaklı olduğu konusunda müvekkilini bilgilendirdikten sonra avukatın hapis hakkını kullanabileceğini, kendilerine böyle bir bildirimin hiçbir şekilde yapılmadığını, kaldı ki davacının muaccel olduğunu bildirdiği alacakların yargılamayı gerektirdiğini yani varlığının tartışmalı olduğunu belirtmiştir.
V. Karşı Davaya İlişkin İkinci Cevap Dilekçesi
Davacı / karşı davalı, 02.12.2014 tarihli karşı davaya ilişkin ikinci cevap dilekçesinde özetle; davalı / karşı davacının, kendisini caydırmak ve baskı altına almak maksadıyla meslekten yasaklanma talebi ile Adana Barosuna şikâyette bulunduğunu, davalı / karşı davacının, karşı davalıyı görevlendirdiği her konuda en az onun kadar ihtisas sahibi olduğunu ve bu nedenle hata ve hile hükümlerinden yararlanamayacağının Yargıtay karalarında da yer aldığını, taraflar arasında imzalanan ilk sözleşmenin 01.01.2008, ikinci sözleşmenin ise 01.01.2009 tarihinde olduğunu, bu tarihlerde ve istifa tarihine kadar geçen süre içinde bu sözleşmelerin içeriklerinin bilindiğini, bu nedenle Borçlar Kanunu m.39 da yer alan bir yıllık hak düşürücü sürenin geçmesi ile birlikte iptal hakkının kullanılamayacağını, karşı davacının dosyadaki belgelerin temsile yetkili olmayan kişilerce imzalandığı yönündeki iddialarına karşılık, söz konusu belgeleri imzalayanın mağazalar genel müdürü olduğunu, şirket yetkilisinin verdiği yetkilendirme belgesine göre bu kişinin icra dosyaları ile ilgili her türlü tahsilatı ve ödemeyi teslim almaya ve bu hususlarla ilgili şirketi bağlayıcı şekilde ibraname vermeye yetkili olduğunu, karşı davacının muvazaa iddialarına yönelik olarak ise karşı davacının Baro Başkanlığı’na sözleşmenin bugüne kadar davalı tarafından gizlendiğini ileri sürmesinin aksine davalının sözleşmeleri, Adana Baro Başkanlığı’na defalarca sunduğunu, üstelik taraflar arasında imzalanmış iki adet sözleşme bulunduğunu, Borçlar Kanunu’nun 34. maddesi uyarınca yanılanın yanıldığını, dürüstlük kuralına aykırı olarak ileri süremeyeceğini, özellikle diğer tarafın sözleşmenin yanılanın kast ettiği anlamda kurulmasına razı olduğunu bildirmesi durumunda sözleşmenin bu anlamda kurulmuş sayılacağını, esasında davalının nakit olarak aldığı tutarları inkâr ederek % 85 kırım usulü ile çalışılıyormuş gibi göstermeye çalıştığını, davalının, eğer iddia ettiği gibi 2008 yılından itibaren ödemelerden sadece banka yoluyla aldığı tutarı ticari defter ve kayıtlarına işlemiş ise bu durumu mali suçlamalara maruz kalacağı gerekçesi ile açıklamamış olabileceğini, hiç kimsenin hapis hakkını, mülkiyetini devraldığı dosyalardan yapılan tahsilatlar üzerinde kullanmayacağını, bunun hayatın olağan akışına ters olduğunu belirtmiş ve diğer dilekçelerinde yer alan beyanlarını tekrar etmiştir.
C. İNCELENMESİ GEREKEN HUKUKÎ SORUNLAR
Taraflar arasındaki uyuşmazlığın çözüme kavuşturulması için aşağıdaki soruların yanıtlanması gerekir:
1. Davalı şirket tarafından davacıya gönderilen “İcra dosyaları ile ilgili yeni çalışma şartlarımızın … tebliğidir.” başlıklı irade açıklaması hukuken nasıl yorumlanmalıdır?
2. Sözleşmede değişiklik yapılmasına ilişkin bir öneri sözleş-menin feshi için haklı sebep oluşturur mu?
3. Muvazaa iddiasının ispatında “senede karşı senetle ispat zorunluluğu”nun istisnası var mıdır?
4. Serbest meslek makbuzuna itiraz edilmemiş olmasının hukukî sonucu nedir?
5. Davalı şirket, davacıyı ibra etmesine rağmen davacıdan hesap verme borcunu yerine getirmesini talep edebilir mi?
D. İNCELEME ve DEĞERLENDİRME
I. Davalı şirket tarafından davacıya gönderilen “İcra dosyaları ile ilgili yeni çalışma şartlarımızın … tebliğidir.” başlıklı irade açıklaması hukuken nasıl yorumlanmalıdır?
Bu soru incelenirken esasen iki ayrı sorunun ele alınması isabetli olacaktır. Şöyle ki: Davalı şirketin “icra dosyaları ile ilgili yeni çalışma şartlarımızın … tebliğidir” başlıklı belgedeki irade açıklamaları taraflar arasındaki sözleşmenin şartlarını kendiliğinden değiştirebilir mi? Yoksa bu irade açıklaması, davalı şirketin davacı ile arasındaki sözleşmenin değiştirilmesine ilişkin bir öneri olarak mı nitelendirilmelidir?
Borçlar Kanunumuza göre bir sözleşme tarafların karşılıklı ve birbirine uygun irade açıklamaları ile kurulur (TBK.m.1/f.1). Sözleşmede daha sonra değişiklik yapılması söz konusu olduğunda bu değişikliğin de yine tarafların karşılıklı ve birbirine uygun irade açıklamaları ile gerçekleştirilmesi kaçınılmazdır. Bir diğer söyleyişle taraflardan birinin tek yanlı irade açıklaması ile sözleşmenin hükümlerini değiştirmesi mümkün değildir.
Davalı şirket tarafından davacıya (vekile) gönderilmiş 08.02.2014 tarihli “İcra Dosyaları ile İlgili Yeni Çalışma Şartlarımızın … Tebliğidir” başlıklı yazıda aynen şu ifadeler yer almaktadır:
“ … İş bugüne kadar şirketimiz … ile yapmış olduğunuz avukatlık sözleşmesindeki şartlara göre çalışmamızı tarafınızla sürdürdük. Ancak bu tarihten sonra bu sözleşme hükümlerine göre değil tarafınıza göndermiş olduğumuz icra dosyalarındaki mağaza çıkış rakamının (asıl alacak - takip öncesi faiz - tazminat toplamı) % 85’nin peşin olarak tarafımıza 15 gün içerisinde ödenmesini istiyoruz. Şirket yetkililerimizin izin verdiği talimat gereğince yeni çalışma sistemimizin bu olacağı ve mağazamıza ödemelerin tamamının tarafınızca banka yoluyla ödeneceği bu tarihten sonra elden ödemelerin tarafınızca kabul edilmeyeceği tarafınıza tebliğ olunur. ... ”
Bu irade açıklamasının tek yanlı bir irade açıklaması olduğu tartışmasızdır. Böylesine tek yanlı bir irade açıklaması ile taraflar arasında daha önce kurulan vekâlet sözleşmesinin hükümlerinin değiştirilmesi mümkün değildir. Davalı şirketin bu tek yanlı irade açıklaması hukuken ancak, “sözleşme şartlarında değişiklik yapılmasına ilişkin bir öneri” olarak nitelendirilebilir.
Davalı şirketin bu önerisini karşısında davacının (vekilin) sözleşme şartlarındaki değişikliği peşinen kabul yükümlülüğü yoktur. Davacı (vekil), davalı şirketin (müvekkilinin) sözleşme hükümlerinde değişiklik yapılmasına ilişkin bu önerisini kabul edip etmemekte serbesttir. Eğer vekil, müvekkilinin bu önerisi kabul edecek olursa taraflar arasındaki sözleşme ilişkisi değişiklik önerisinde belirlenen çerçevede değiştirilmiş olur. Eğer vekil, müvekkilinin sözleşme hükümlerinde değişiklik yapılmasına ilişkin bu önerisini kabul etmezse taraflar arasındaki sözleşme daha önce kurulduğu hâli ile devam eder.
Nitekim vekil de 26.02.2014 tarihli ihtarnamesinde aynen şu açıklamalarda bulunmuştur:
“ … Tarafıma bildirdiğiniz yeni / farklı çalışma şart ve koşulları ile mevcut çalışma şart ve hükümlerimizi tek taraflı olarak bozdunuz.
Tarafıma beyan etmiş olduğunuz yeni çalışma sisteminizdeki yeni / farklı şart ve koşullarla sizinle bir avukat olarak kesinlikle çalışmayacağımı, yıllardır çalıştığımız şart ve koşullar çerçevesinde hak edişlerimin, avukatlık ücretlerimin ve ödenmeyen masraf ve giderlerin 7 (yedi) iş günü içinde tarafıma ödenmesini talep ederim. Bu ödemeler yapıldığı takdirde dahi kurumunuzla ancak ve yıllardır çalıştığımız hükümler çerçevesinde çalışacağımı bildiririm. … ”
Görüldüğü üzere vekil, müvekkilinin sözleşmede değişiklik yapılmasına ilişkin önerisini kabul etmemiş, var olduğunu iddia ettiği alacakların ödenmesi şartıyla sözleşmede yıllardır devam eden uygulama çerçevesinde edimlerini yerine getirmeye devam edeceğini belirtmiştir.
Kısacası, davalının 08.02.2014 tarihli belgedeki irade açıklaması davacı ile arasında o sırada mevcut olan sözleşmede değişiklik yapılmasına ilişkin bir öneridir. Davacı (vekil), davalı şirketin bu önerisini kabul etmemiştir. Böylece taraflar arasındaki sözleşme mevcudiyetini korumuştur.
II. Sözleşmede değişiklik yapılmasına ilişkin bir öneri sözleşmenin feshi için haklı sebep oluşturur mu?
Davacı ile davalı arasındaki avukatlık sözleşmesi hukuken vekâlet sözleşmesi olarak nitelendirilir. Böyle bir avukatlık sözleşmesinde vekilin (avukatın) asli edim yükümlülüğü sözleşmede kararlaştırılan işi görmedir. Böylece vekil, müvekkiline (davalı şirkete) karşı sözleşme konusu işi yerine getirmek için özenle faaliyette bulunma borcu altına girer. Davalı şirket, sözleşmedeki ifa menfaatini ancak davacının (vekilin) zamana yayılan iş görme faaliyetinin sonucunda elde edebilmektedir. O hâlde taraflar arasındaki sözleşme ilişkisini sürekli bir borç ilişkisi olarak nitelendirmek gerekir.
Borçlar Kanunu sürekli borç ilişkilerinin sona ermesi hususunda bir genel hüküm sevk etmemiştir. Ancak gerek uygulama gerekse doktrin sürekli borç ilişkilerinin haklı sebeple (olağanüstü fesih yoluyla) feshedilebileceğini kabul etmiştir. Haklı sebep kavramı, TMK.m.2’de yer alan dürüstlük kuralından kaynaklanmaktadır. Bu çerçevede haklı sebep, fesih beyanında bulunan için sözleşme ilişkisine devamı çekilmez hâle getiren bir olgu olarak kabul edilmektedir(1). Bir diğer söyleyişle haklı sebep olarak addedilen olgunun borç ilişkisine etki edebilecek nitelikte olması gerekli ise de bu durum feshin geçerliliği için tek başına yeterli değildir. Bu olgunun, aynı zamanda, borç ilişkisini fesih nedenine dayanan taraf için çekilmez hâle getirmesi gerekir.
Hâkimin, her somut olayda takdir yetkisini kullanarak haklı bir sebebin var olup olmadığını tespit etmesi gerekir. Bu değerlendirmede somut olaydaki sözleşmenin konusu, amacı, yapısı, tarafların konumları ve onların menfaatleri arasındaki denge göz önünde tutulmalıdır(2). Objektif bir karar verebilmek için taraflar arasındaki menfaat ve değer dengesi tartılmalı ve tamamen sübjektif bir haklı sebep dolayısıyla feshe gidilememelidir. Beyanda bulunanın kişisel açıdan belirli bir olguyu haklı bulması da tek başına kıstas olarak alınamaz.
Bu bilgiler ışığında somut olaya bakıldığında davacının (vekilin) 17.03.2014 tarihli ve 4452 yevmiye numaralı ihtarnamesinde davalı şirkete (müvekkiline) aynen şu açıklamalarda bulunduğu görülmektedir:
“ … 1. Y.K. Tekstil Tic. AŞ.’nin tarafımıza iş bu güne kadar ödemediği aylık Danışmanlık ve Müşavirlik ücretleri toplam 65.000 TL’den derdest dosyalardaki alacak bakiyeniz olan 23.853,53 TL ve infaz olan icra takip dosyalarından dolayı da 40.215,20 TL tarafımıza vermiş olduğunuz mahsup yetkilerine istinaden mahsup edilmiş ve bu mahsuplar yapıldıktan sonra halen tarafınızdan bakiye 931,27 TL Danışmanlık ve Müşavirlik alacağımız bulunduğunu beyan ederiz. Avukatlık Ücret Sözleşmemiz gereğince mahsup edilmemiş diğer hak ve alacaklarımızı saklı tutarız.
2. Tarafınızla yapmış olduğumuz avukatlık sözleşmesinin şart ve hükümlerini hayatın olağan akışına ve hukuka aykırı olarak ticari menfaatleriniz doğrultusunda değiştirmiş olmanız tarafımıza hiçbir şekilde çalışma olanağı bırakmamış olup bu nedenlerle tüm alacak haklarımız saklı kalmak kaydı ile sözleşmemizi feshediyor ve vekâletten haklı olarak istifa ediyoruz. … ”
Davacının bu ihtarnamesinde dayandığı haklı sebep temelde kendisine “kırım usulü” ile çalışma önerisinde bulunulmasının hayatın olağan akışına ve hukuka aykırı olmasıdır. Davacı (vekil), davalı şirket tarafından kendisine yapılan “kırım usulü ile çalışma” önerisinin hayatın olağan akışına ve hukuka aykırı olduğunu iddia etmekte dolayısıyla da davalı şirket ile arasındaki sözleşmeyi haklı sebeple feshinin hukuka uygun olduğunu ileri sürmektedir. Davalı şirket ise davacının sözleşmeyi bu öneri üzerine feshinin geçersiz olduğunu zira tarafların belirli bir süre “kırım usulü” ile çalıştıklarını, vekilin belirli bir süre bu yöntemle çalışıp daha sonra tekrar kendisine aynı yöntemle çalışma şartları teklif edildiğinde bu teklifi hayatın olağan akışına ve hukuka aykırı bulmasının kabul edilemeyeceğini iddia etmektedir(3).
Kanımızca davalı şirketin, vekille belirli bir süreyle “kırım usulü” ile çalışıldığı yönündeki bu savunması doğru ise davacının, kendisine yapılan (kırım usulü ile) çalışma önerisini basitçe reddetmesi ve sözleşme ilişkisini aynı şekilde sürdürmesi mümkünken bu durumu bir haklı sebeple fesih nedeni olarak takdim etmesi kabul edilemez. Şöyle ki:
Taraflar arasındaki sözleşme ilişkisinde daha önce “kırım usulü” ile çalışıp çalışılmadığı mahkemece atanacak bilirkişiler tarafından yapılacak inceleme ile belirlenecektir. Bununla birlikte davalının talebi üzerine DRT Yeminli Mali Müşavirlik ve Bağımsız Denetim AŞ tarafından Yeminli Mali Müşavir Ç. B.’ye hazırlattırılan “Y.K. Tekstil Anonim Şirketi 2008 – 2014 Yılları Arasında Takibe Konu Alacaklar ve Tahsiline İlişkin Özel Amaçlı Rapor (Rapor Sayısı: Y.M.M. 2259 / 225 – 13)” başlıklı raporun 5. sayfasında bir tablo yapılmış ve hemen altında “Şirketin Avukat B.T. aracılığı ile takibini yaptırdığı alacaklarında ortalama % 85 civarı bir tahsilat yapıldığı görülmektedir” değerlendirilmesine yer verilmiştir. Bu inceleme ve değerlendirmeye paralel olarak eğer mahkemece atanacak bilirkişiler eliyle de davacı vekil ile davalı şirket arasında belirli bir süre boyunca “kırım usulü” ile çalışıldığına kanaat getirilecek olursa bu durumda davacının, kendisine yapılan teklifin hayatın olağan akışına ve hukuka aykırı olduğunu iddia ederek sözleşmeyi feshetmesini bir haklı sebeple fesih hâli olarak nitelendirmek mümkün olamaz.
Eğer davacı vekil, gerçekten de davalı şirket ile belirli bir süre “kırım usulü” ile çalışmış, daha sonra bu usulün yerine başka bir çalışma şekli belirlenmiş ve fakat davalı tekrar eskiden uygulanan “kırım usulüne” dönülmesini önermiş ise davacının, bu önerinin hayatın olağan akışına ve hukuka aykırı olduğunu iddia ederek sözleşmeyi feshetmesi haklı sebeple fesih hâli olarak kabul edilemez. Zira her şeyden önce davacı bu öneriyi kabul etmek zorunda değildir ve bu öneriyi kabul etmediğini beyan edebilir. Ayrıca bu ihtimalde davacının daha önce taraflar arasında kabul edilmiş ve uygulanmış bir çalışma usulünün bu kez hayatın olağan akışına ve hukuka aykırı olduğunu iddia etmesi TMK.m.2’deki dürüstlük kuralına aykırılık teşkil eder.
Gerçekten de bir kişi, sürekli bir borç ilişkisini ancak haklı sebeple feshedebilir. Bir olgunun sözleşmenin haklı sebeple feshine neden olup olamayacağı ele alınırken o olgunun fesih beyanında bulunan taraf için sözleşme ilişkisini çekilmez hâle getirip getirmediğine bakılır. Üstelik ilişkinin çekilmez hâle gelip gelmediği belirlenirken tamamen sübjektif bir değerlendirme ile yetinilemez; bir diğer söyleyişle fesih beyanında bulunanın belirli bir olguyu veya durumu haklı görmesi yeterli olamaz. Bir olgu ancak objektif olarak borç ilişkisinin sürdürülmesini çekilmez hâle getiriyorsa haklı sebep olabilir. Aksi takdirde sürekli borç ilişkilerinin feshi, fesih beyanında bulunan tarafın keyfi nitelikteki irade açıklamalarına bırakılmış olur ki böyle bir sonucun kabul edilemeyeceği açıktır. Bu nedenle mahkemenin davacının kendisine çalışma usulü ile ilgili olarak yapılan teklifi davalı ile arasındaki borç ilişkisini objektif olarak da çekilmez hâle getirip getirmediğini tartması gerekir.
Doktrinde Seliçi de bu mesele hakkında konuya ilişkin monografik eserinde aynen şu açıklamalarda bulunmuştur(4):
“ … Bugün gerek uygulama, gerek öğreti haklı sebep kavramını çekilmezlik açısından kavramaya çalışmaktadır. Haklı sebep, fesih beyanında bulunan için ilişkiye devamı çekilmez hale getiren bir olgu olarak kabul edilmektedir ve kriteri somutlaştırmak için dürüstlük kuralına başvurulmaktadır. …
Hakim sürekli borç ilişkisinin çekilmez hale geldiğini değerlendirirken somut olayı çevreleyen bütün şartları nazara almalıdır; takdir yetkisini kullanırken gözetmek durumunda olduğu hak ve nesafet kuralı bunu gerektirir.
Objektif bir değer hükmü verebilmek için taraflar arasındaki menfaat ve değer dengesini tartması gerekir. Tamamen “sübjektif bir haklı sebep” dolayısı ile feshe gidilememelidir.
Beyanda bulunanın kişisel açıdan belirli bir olguyu haklı görmesi kıstas olarak alınamaz. Bir olgu ancak objektif olarak “borç ilişkisine” devamı çekilmez hale getiriyorsa haklı sebep olabilir. Aksi halde, hukuki ilişkilerin ortadan kaldırılması beyan sahibinin keyfine bırakılmış olacaktır. Bu yüzden değerlendirme, çatışan menfaatlerden hangisinin üstün tutulacağına karar vermektir. Bir taraftan beyan sahibinin borç ilişkisinden kurtulma menfaati, diğer taraftan ise muhatabın borç ilişkisinin devam etmesindeki menfaati karşılaşmaktadır; muhatabın “pacta sund servanda” … ” (ahde vefa) “ … kuralına dayanabileceği göz önünde tutulunca sürekli borç ilişkisinin varlığını korumasındaki menfaati kolayca reddedilebilecek bir menfaat değildir. Özellikle ilişki zaman içinde gelişmiş bir istikrara kavuşmuş taraflarca uzun süredir icra edile gelmişse icrasına devam edileceğine güvenerek durumunu buna göre düzenlemiş olan fesih muhatabının, sözleşme ilişkisinin devamındaki menfaati o ölçüde artmıştır. … ”
O hâlde bütün bu açıklamalar çerçevesinde kanımızca, yapılması gereken temelde değerlendirme şudur: Eğer taraflar daha önce “kırım usulü” ile çalışmışlar, ancak daha sonra bu usulü değiştirmişler ve fakat bir süre sonra davalı şirket (müvekkil), vekile tekrar “kırım usulü” ile çalışma önerisinde bulunmuşsa, vekilin bu öneriyi hayatın olağan akışına ve hukuka aykırı bulduğunu beyan ederek sözleşmeyi haklı sebeple feshetmesi mümkün olamasa gerekir. Zira vekilin, davalı şirketin taraflar arasında bir süre onların karşılıklı rızaları ile uygulanmış bulunan bir çalışma usulünün yeniden uygulanmasına yönelik önerisi üzerine, davalı şirket ile arasındaki sözleşmeyi, kendisine bu kez hayatın olağan akışına ve hukuka aykırı bir öneride bulunulduğu gerekçesi ile haklı sebeple feshetmesi TMK.m.2’deki dürüstlük kuralına aykırıdır.
III. Muvazaa iddiasının ispatında “senede karşı senetle ispat zorunluluğu” nun istisnası var mıdır?
Davacı, taleplerini taraflar arasındaki avukatlık ücret sözleşmesine dayandırmakta davalı şirket ise bu sözleşmenin muvazaalı olduğunu ileri sürmektedir. Davacı, davalının sözleşmenin muvazaalı olduğuna dair iddialarını senetle ispat etmesi gerektiğini ileri sürmektedir.
Yazılı şekilde yapılmış bir sözleşmenin tarafları sözleşmenin muvazaalı olduğunu iddia ediyorlarsa onlar da senede karşı senetle ispat zorunluluğuna tabidirler. Bu konuda hiçbir tereddüt yoktur. Ancak, senede karşı senetle ispat kuralının da bazı istisnaları vardır. Bu istisnalar bizzat Hukuk Muhakemeleri Kanunu’ndan kaynaklandığı gibi Yargıtay kararlarından da kaynaklanmaktadır. Nitekim doktrinde Pekcanıtez / Atalay / Özekes bu konuda aynen şu açıklamalarda bulunmuşlardır(5):
“ … Senede karşı senetle ispat kuralının bazı istisnaları vardır. … Bu istisnalar kanundan kaynaklanmakla birlikte, özellikle Yargıtay, son yıllarda verdiği bazı kararlarında “hayatın olağan akışına aykırılık” gerekçesi ile adeta yeni bir istisna meydana getirmiştir. …”
Gerçekten de Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun T: 10.11.2004, E: 2004 / 14-464, K: 2004 / 588 sayılı kararında aynen şu açıklama-lara yer verilmiştir(6):
“ … Uyuşmazlığa konu olayda üzerinde durulması gereken husus; dayanak sözleşmenin muvazaaya müstenit olup olmadığı, bu yoldaki savunmanın ispatlanıp ispatlanmadığıdır.
Kural olarak bir sözleşmenin tarafları muvazaa iddialarını senede karşı senetle ispat kuralı uyarınca (HUMK. 290) tanıkla ispat edemezler. Ancak; HUMK.nun 292 nci maddesinde belirtilen kurallara uygun yazılı delil başlangıcı bulunması durumunda taraf muvazaasının tanık dahil her türlü takdiri delille kanıtlanması mümkündür. Bunun yanı sıra, genel yaşam deneylerine ve yaşamın olağan akışına dayanan kişi de, artık iddiasını ispatla yükümlü değildir. Eylemli (ya da beşeri) karine denen yaşam deneyi kuralları, tarafların olay iddialarının doğruluğu veya bir delilin güvenilebilirlilik derecesi hakkında, hâkimin kanaat edinmesine yarayan, yaşam deneylerinin ortaya koyduğu değer hükümleridir (Bilge Umar / Ejder Yılmaz - İspat Yükü 2.Bası – İstanbul, 1980 sayfa 165 vd. 174 ve 60 vd.). Buna göre hâkim, iddianın doğruluğunu, yaşam deneyi kurallarına dayanarak kabul edebilir ve bu durumda delil gösterme yükü, o olayın aksini ileri süren tarafa geçer … ”
Bu bilgiler ışığında somut uyuşmazlığa bakıldığında iki husus dikkati çekmektedir. Birincisi şudur: Davacının dayandığı 01.01.2009 tarihli Avukatlık Sözleşmesi’nin bazı hükümleri neredeyse tümüyle davacı (avukat) lehine düzenlenmiştir ve bir şirket ile avukatlık hizmeti için sözleşme yapmak isteyen bir avukatın şirkete bu derece kendi lehine hükümler içeren bir sözleşme önerisinde bulunması ve şirketin de böyle bir sözleşmeyi peşinen kabul etmesi mahkemece hayatın olağan akışına aykırı bulunabilir. Şirketin böyle bir sözleşmeyi bizzat düzenleyerek avukatın kabulüne sunduğu iddiası da mahkemece yine hayatın olağan akışına aykırı addedilebilir.
Dikkati çeken ikinci husus ise davacı avukatın anılan sözleşmeden kaynaklandığını iddia ettiği ücret alacaklarını 5 yılı aşkın bir süre boyunca alamadığı iddiasıdır. Bir avukatın avukatlık sözleşmesinden kaynaklandığını iddia ettiği ücret alacaklarını beş yıl boyunca tahsil edememesi veya etmemesi mahkemece hayatın olağan akışına aykırı bulunabilir.
Biz bu iki hususu hemen aşağıda iki ayrı alt başlık altında inceleyeceğiz.
1. Avukatlık Sözleşmesinin (Mahkemece Hayatın Olağan Akışına Aykırı Bulunabilecek) Hükümleri
a. Sözleşmenin bu açıdan dikkati çeken ilk hükmü 4. maddesinde yer almaktadır. Anılan hüküm şu şekilde kaleme alınmıştır:
“ … Bu sözleşmenin sona ermesi durumunda sona eriş tarihi itibariyle derdest olan / devam eden dava dosyalarındaki ve icra takip dosyalarındaki kanunen borçlulara / karşı tarafa yüklenilen / yüklenilecek kanuni avukatlık ücretleri de herhangi bir tahsilat şartına bağlı olmaksızın iş sahibi tarafından avukata ödenecektir. Ayrıca avukat tarafından açılan icra takip dosyalarındaki takip miktarlarının %15’i avukata iş sahibi tarafından vekâlet ücreti olarak ödenecektir. Avukat icra takip dosyalarını icra dairelerinde sadece açmakla bu vekâlet ücreti hakkını kazanmış olacak ve vekâlet ücreti iş sahibince bu oran üzerinden avukata herhangi bir tahsilat şartına bağlı olmaksızın ödenecektir. … ”
Görüldüğü üzere davalı şirket (müvekkil) bu hükümle öncelikle sözleşme sona erse bile avukata, karşı ücreti vekâlet alacağını ödeme yükümlülüğü altına girmektedir ve davalının bu yükümlülüğünün doğması için karşı taraftan tahsilat şartı aranmamaktadır.
Ayrıca davalı şirket bu hükümle davacı avukata % 15 oranında bir ücret ödemeyi kabul etmekte ve bu ücreti avukata icra takibine geçtiği anda ödeme yükümlülüğü altına girmektedir. Avukatın ücrete hak kazanabilmesi için herhangi bir tahsilat şartı aranmamaktadır. Her iki hükmün de tümüyle avukatın lehine düzenlenmiş olması mahkemece hayatın olağan akışına uygun bulunmayabilir.
b. Sözleşmenin bu açıdan dikkati çeken bir diğer düzenlemesi 5. maddesinde yer almaktadır. Anılan hüküm şu şekilde kaleme alınmıştır:
“ … Avukatça şikâyetten vazgeçilmesi, haciz kaldırma işleminde bulunulması veya yenilenmiş olması kaydı ile icra takip dosyasının düşmüş, müracaata kalmış olması durumları sözleşmenin haklı nedenle feshine gerekçe gösterilemeyecektir. Bu durum iş sahibinin bu sözleşme ile talep ettiği bir husustur. … ”
Görüldüğü üzere hükmün bu düzenlemesine göre avukat icra şikâyetinden vazgeçecek ya da daha önce konulan haczi kaldıracak olursa davalı şirket sözleşmeyi haklı nedenle feshedemeyecektir. Böylesine bir hükmün sözleşmeye konulmasını isteyen de bizzat davalı şirketin kendisidir. Bir şirketin, avukatının yapacağı olası hatalı işlemlerde örneğin şikâyetten hatalı şekilde vazgeçmesi, hatalı şekilde haciz kaldırma işlemi yapması hâlinde bunları haklı sebeple fesih nedeni saymak durumunda olmayacağını beyan etmesi mahkemece hayatın olağan akışına uygun bulunmayabilir. Ayrıca böyle bir hükmün sözleşmeye konulmasını bizzat şirketin istemiş olması da mahkemece yine hayatın olağan akışına aykırı bir durum olarak nitelendirilebilir.
c. Sözleşmenin bu açıdan dikkati çeken bir diğer düzenlemesi 6. maddesinde yer almaktadır. Anılan hüküm şu şekilde kaleme alınmıştır:
“ … Seri icra takiplerinin kendine yönelik iş yoğunluğundan dolayı işlemsiz ve muamelesiz kalmasından dolayı düşmüş, müracaata kalmış olması halinde icra takip dosyalarının yenilenmesi halinde avukat bu durumdan dolayı sorumlu tutulmayacaktır. … ”
Görüldüğü üzere hükmün bu düzenlemesine göre avukat, icra takibinin düşmesine ya da müracaata kalmasına neden olacak olsa dahi herhangi bir sorumluluk altına girmeyecek böylesine hatalı işlemlerin sonuçlarına yine davalı şirket katlanacaktır. Mahkemece yapılacak değerlendirmede, taraflar arasındaki sözleşmede davalı şirket aleyhine ve davacı avukat lehine böylesine bir düzenlemenin yer almasının hayatın doğal akışına uygun olmadığı sonucuna varılabilir.
Kısacası, incelediğimiz bu hükümler, davalı şirket (müvekkil) için oldukça ağır düzenlemeler içermektedir. Hâlbuki davalı bir anonim şirkettir. Türk Ticaret Kanunu’na göre tacir olan bu şirketin basiretli hareket edeceği kabul edilir (TTK.m.18/f.2). Dolayısıyla mahkemece yapılacak değerlendirmede davalı şirketin, taraflar arasındaki sözleşmede, avukatına tahsilat şartına bağlı olmaksızın bir ücret ödeyeceğine, hatalı işlemlere neden olan avukatını hiçbir şekilde sorumlu tutmayacağına, bu gibi hâlleri haklı nedenle fesih sebebi addetmeyeceğine, böylesine işlemlerin sonuçlarına bizzat kendisinin katlanacağına dair hükümleri kabul etmesi hayatın olağan akışına aykırı bulunabilir.
2. Davacının, Mahkemece Hayatın Olağan Akışına Aykırı Bulunabilecek Nitelikteki İddiası
Davacı vekil, taraflar arasındaki sözleşmedeki ücret alacaklarını 2009 yılının Şubat ayından itibaren alamadığı iddiasındadır. Mahkemece yapılacak değerlendirmede bu iddia da hayatın olağan akışına aykırı bulunabilir. Gerçekten de mahkeme, bir avukatın sözleşme ilişkisi içinde olduğu müvekkilinden (davalı şirketten) beş yılı aşkın bir süre boyunca ücretini almak için hiçbir girişimde bulunmamış olmasını, bu konuda noter kanalıyla ihtarname yollamamış olmasını, şirket aleyhine dava yoluna gitmemiş, icra takibi yapmamış olmasını hayatın olağan akışına aykırı bir iddia olarak telakki edebilir. Zira mahkeme, hayatın olağan akışında bir alacaklıdan özellikle de bir avukattan yani yeterli hukukî bilgiye sahip bir kişiden altı yıl boyunca böylesine bir hareketsizlik içinde kalacağının beklenmesinin pek de mümkün olamayacağı sonucuna varabilir.
Mahkemece yapılacak değerlendirmede taraflar arasındaki sözleşmenin hükümlerinin hayatın olağan akışına aykırı hükümler olduğu ve yine davacı avukatın böyle bir sözleşmeden doğduğunu iddia ettiği alacakların tahsili için beş yılı aşkın bir süre boyunca hareketsiz kalmasının hayatın olağan akışına aykırı bir iddia olduğu sonucuna varılacak olursa mahkemenin davacının sunduğu sözleşmenin (yazılı delilin) güvenilirliğinden şüphe etmesi ve giderek ispat yükünün yer değiştirdiğine kanaat getirmesi mümkündür.
IV. Serbest meslek makbuzuna itiraz edilmemiş olmasının hukukî sonucu nedir?
Davacı, 27.08.2014 havale tarihli cevap dilekçesinin 22. sayfasında davalıya gönderilen serbest meslek makbuzlarının içeriğine 8 günlük yasal süresi içinde itiraz edilmediğini, dolayısıyla Türk Ticaret Kanunu m.21/f.2 gereğince davalının fatura içeriğini kabul etmiş sayılması gerektiğini iddia etmiştir.
Davalı ise 17.10.2014 havale tarihli dilekçesinde, Türk Ticaret Kanunu’nun 21. maddesinin 2. fıkrasının özellikle “fatura”ya ilişkin bir düzenleme olduğu, davacı tarafından düzenlenen belgenin ise “serbest meslek makbuzu” olması nedeniyle 8 günlük itiraz süresinin bu belge için geçerli olmayacağı, ayrıca davacının tacir sıfatına sahip olmadığı savunmasında bulunmuştur.
Türk Ticaret Kanunu’nun konuya ilişkin 21. maddesinin 2. fıkrası şu şekildedir:
“Bir fatura alan kişi aldığı tarihten itibaren sekiz gün içinde, faturanın içeriği hakkında bir itirazda bulunmamışsa bu içeriği kabul etmiş sayılır.”
Hükmün bu düzenlemesine göre bir faturayı alan kişi aldığı tarihten itibaren sekiz gün içinde, faturanın içeriği hakkında bir itirazda bulunmamışsa bu içeriği kabul etmiş sayılır. Bu hüküm ile itiraza uğramamış fatura içeriği onu düzenleyen tacir lehine aksi ispat edilebilir bir karine meydana getirmektedir. Dolayısıyla süresinde itiraz edilmeyen fatura özel bir ispat gücü kazanır; itiraz etmeyen aleyhine ispat külfeti yer değiştirir(7).
Görüldüğü üzere TTK.m.21 sadece faturaya ilişkin bir düzenleme getirmiştir, madde metninde serbest meslek makbuzundan hiç söz edilmemiştir. Dolayısıyla bu hükmün serbest meslek makbuzları bakımından doğrudan doğruya uygulanamayacağı açıktır.
Kanımızca hükmün serbest meslek makbuzları bakımından kıyas yoluyla uygulanması da mümkün değildir zira her iki belge birbirinden farklıdır. Şöyle ki:
213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 229. maddesi faturayı şu şekilde tarif etmiştir(8):
“Fatura, satılan emtia veya yapılan iş karşılığında müşterinin borçlandığı meblağı göstermek üzere emtiayı satan veya işi yapan tüccar tarafından müşteriye verilen ticari vesikadır.”
Serbest meslek makbuzu ise 213 sayılı Vergi Usul Kanunu’nun 236. maddesine göre serbest meslek erbabının mesleki faaliyetlerine ilişkin her türlü tahsilatı için iki nüsha olarak tanzim ettiği ve bir nüshasını müşteriye verdiği ve müşterinin de bir nüshasını istemek ve almak mecburiyetinde olduğu makbuzdur.
Her iki belgenin içeriği farklıdır. Vergi Usul Kanunu’nun faturanın içeriğine ilişkin 230. maddesine göre:
“Faturada en az aşağıdaki bilgiler bulunur:
1. Faturanın düzenlenme tarihi, seri ve sıra numarası;
2. Faturayı düzenleyenin adı, varsa ticaret unvanı, iş adresi, bağlı olduğu vergi dairesi ve hesap numarası;
3. Müşterinin adı, ticaret unvanı, adresi, varsa vergi dairesi ve hesap numarası;
4. Malın veya işin nev’i, miktarı, fiyatı ve tutarı;
5. (Değişik: 04.12.1985 – 3239 / 19 md.) Satılan malların teslim tarihi ve irsaliye numarası, …”
Vergi Usul Kanunu’nun serbest meslek makbuzunun içeriğine ilişkin 237. maddesine göre:
“ Serbest meslek makbuzlarına:
1. Makbuzu verenin soyadı, adı veya unvanı, adresi, vergi dairesi ve hesap numarası;
2. Müşterinin soyadı, adı veya unvanı ve adresi;
3. Alınan paranın miktarı;
4. Paranın alındığı tarih;
yazılır …”
Görüldüğü üzere faturada satılan malın veya yapılan işin nevi, miktarı, fiyatı ve tutarının belirlenmesi zorunludur. Türk Ticaret Kanunu m.21/f.2 de, fatura içeriğinde satılan malın veya yapılan işin nevi, miktar, fiyat ve tutarının gösterilmesine ilişkin zorunluluktan hareketle, faturadaki bu konudaki saptamaya 8 gün içinde karşı çıkılmamasına belirli bir ispat gücü tanımıştır. Dolayısıyla TTK.m.21/ f.2’deki hükmün serbest meslek makbuzlarına kıyasen uygulanması mümkün değildir.
Bu noktada bir hususa daha işaret etmek gerekir. Faturanın Türk Ticaret Kanunu m.21/f.2 de düzenlendiği şekilde ispat gücü kazanabilmesi için faturayı düzenleyen kişinin tacir olması gerekir. Her ne kadar Vergi Usul Kanunu m.232 tacir dışındaki başka kimselere de fatura düzenleme zorunluluğu getirmiş olsa da Türk Ticaret Kanunu m.21/f.2 sadece tacirlerin düzenlediği faturalara alındığı tarihten itibaren 8 gün içinde itiraz edilmemesine bir hukukî sonuç (karine) bağlamaktadır. Yoksa örneğin bir esnafın düzenlediği faturaya 8 gün içinde itiraz edilmemiş olması hâlinde hükmün uygulanması mümkün değildir.
Somut olayda da davacı tacir sıfatını haiz değildir. Bilakis serbest meslek erbabıdır. Dolayısıyla onun düzenlediği serbest meslek makbuzuna TTK.m.21/f.2’nin kıyas yoluyla uygulanması bu açıdan da mümkün değildir.
Kaldı ki bir tacirin düzenlediği faturanın içeriğine alındığı tarihten itibaren 8 günlük süre içinde itiraz edilmemesi sadece şu hukukî sonucu doğurur: Faturayı alan kişi içeriğinin doğru olduğunu yani sözleşmeye uygun olduğunu kabul etmiş olur. Fakat bu kabul mutlak bir kabul değildir. Bu durum sadece ispat yükünün yer değiştirmesine neden olur. Eğer faturanın içeriği taraflar arasındaki sözleşmeye uygun değilse faturayı aldığı tarihten itibaren 8 gün içinde itiraz etmemiş olan kişi, fatura içeriğinin sözleşmeye uygun olmadığını ispat ile yükümlü hâle gelir. Yani TTK.m.21/f.2’nin bir an için tacir olmayan kişilerin düzenlediği serbest meslek makbuzlarına kıyasen uygulanacağı kabul edilecek olsa bile – ki bunun neden mümkün olmadığını yukarıda açıklamış bulunuyoruz - bu durum sadece davacı lehine aksi ispat edilebilir bir karine yaratabilir, bunun ötesinde mutlak bir hukukî sonuç meydana getiremez.
V. Davalı şirket, davacıyı ibra etmesine rağmen davacıdan hesap verme borcunu yerine getirmesini talep edebilir mi?
Borçlar Kanunu’nun “Hesap verme” kenar başlıklı 508. maddesinin 1. fıkrası şu şekilde kaleme alınmıştır:
“Vekil, vekâlet verenin istemi üzerine yürüttüğü işin hesabını vermek ve vekâletle ilişkili olarak aldıklarını vekâlet verene vermekle yükümlüdür.”
Hükmün bu düzenlemesine göre, vekil, müvekkilinin talebi üzerine yürüttüğü iş ve işlemlerin hesabını vermekle yükümlüdür. Vekilin hesap verme yükümlülüğü vekilin vekâleti dolayısıyla üçüncü kişilerden bazı mameleki değerler özellikle de bir miktar para aldığı hâllerde daha da önem kazanır; vekil, bu bağlamda üçüncü kişilerden aldığı değerler, kendi ücreti, masraf ve tazminat alacakları hakkında hesap vermekle yükümlüdür. Bu yükümlülük aslında vekilin sadakat ve özen borcunun devamı olarak kabul edilir. Vekil diğer borçlarının yanı sıra hesap verme borcunu da özenle yerine getirmekle yükümlüdür(9).
Vekil, bilgi verme yükümlülüğünü vaktinde, esaslı bütün olaylar hakkında tam ve gerçeğe uygun olarak açıklama yaparak yerine getirmek zorundadır. Ayrıca verilen bilginin ayrıntılı düzgün ve anlaşılır olması gerekir. Hesap verme yükümlülüğü, bu hesabın dayandığı belgelerin de ibrazını ve hesabın kalemlerinin ayrıntılı bir şekilde düzgün ve anlaşılır olarak gösterilmesini gerektirir.
Doktrinde Tandoğan’ın açıklamaları da bu yöndedir(10):
“ … Hesap verme yükümlülüğü, bu hesabın dayandığı belgelerin de ibrazını ve hesap kalemlerinin ayrıntılı olarak gösterilmesini gerektirir. … ”
Yine doktrinde Gümüş, konuya ilişkin monografik eserinde vekilin hesap verme yükümlülüğü ile ilgili olarak aynen şu açıklamalarda bulunmuştur(11):
“ … hesap verme borcu, geniş anlamda müvekkilin, vekilce ya da yardımcı kişileri veya ikamelerince alınan tedbirlere ilişkin aydınlatılmasını ifade eder. Buna karşılık dar anlamda ise, vekâletin görülmesine bağlı elde edilenler, yapılan masraflar ve hesap bakiyesine ilişkin ayrıntılı bir özet sunumundan ibarettir. Bu borç içerik itibariyle de, ayrıntılı işlem ve hesap verme raporlarının yanında vekilin talep ettiği ve vekâleti geri alması veya en azından tadil etmesine etki edebilecek özel bilgi vermeleri de içerir. … ”
Bu konuya ilişkin olarak doktrinde Eren de aynen şu açıklamalarda bulunmuştur(12):
“ … Bu anlamda vekil sağlam bir muhasebe yönünden gerekli hesap defterlerini tutmak, yapılan giderleri belgelendirmek, özellikle bu konuda fatura vb. almak ve vekâlet verene bunları vermek zorundadır. Ayrıca görülen işten bir gelir elde ediliyorsa vekil bunları da düzenli ve muhasebe tekniğine uygun bir şekilde düzenlemek gerekli belge ve defterleri tutmak zorundadır. Tutulan defter, düzenlenen belgeler vekâlet verenin kontrolüne imkân verir düzeyde ve nitelikte olmalıdır. … ”
Yine doktrinde Gümüş de aynen şu açıklamalarda bulunmuştur(13):
“ … hesap verme vekâlet verene vekilin faaliyetlerini sözleşmeye uygun görüp görmediğini kontrolüne imkân tanıyacak açıklıkta ve yeterlilikte olmalıdır. … ”
Somut uyuşmazlıkta da vekilin, müvekkilinin talebi üzerine hesap verme yükümlülüğünü yerine getirmek zorunda olduğu hususunda herhangi bir tereddüt yoktur. Üstelik vekil, bu yükümlülüğünü yerine getirirken hesabın dayandığı belgeleri ibraz etmek ve hesap kalemlerini ayrıntılı olarak göstermek zorundadır. Ancak, somut olayda davacı (karşı davalı) vekil, davalı (karşı davacı) şirketin, kendisine birçok ibraname verdiğini ve bu çerçevede vekâlet sözleşmesinden doğan borçlarını ifa etmiş olduğunun kabul edilmesi gerektiğini dolayısıyla da herhangi bir hesap verme yükümlülüğü bulunmadığını ileri sürmektedir.
Bu noktada şirketin vekile verdiği ibranamelerin incelenmesi ve bu ibranamelerin yeterli açıklığa ve güvenilirliğe sahip olup olmadığının ele alınması gerekir. Zira eğer müvekkil, vekil tarafından vekâlet sözleşmesine konu edilen işin ifası hususunda tam bir açıklıkla aydınlatılmış ve müvekkil de vekilini ibra etmiş ise vekilin sözleşmeden doğan borcunu gereği gibi ifa ettiğini kabul etmek gerekir. Ancak vekil, müvekkilinin elinden ibranameleri alırken, onu yeterince aydınlatmamış, ona denetime elverişli, güvenilir bir biçimde bilgi ve hesap vermemiş ise bu kez müvekkilin verdiği ibranamelerin mutlak bir biçimde vekilin borcunu gereği gibi ifa ettiği sonucunu doğurması mümkün değildir.
Yargıtay da konuya ilişkin kararlarında bu yönde hüküm tesis etmektedir. Yargıtay 13. Hukuk Dairesi’nin, T: 19.11.2008, E: 2008 / 4706, K: 2008 / 13838 sayılı kararında aynen şu açıklamalara yer verilmiştir(14):
“ … Taraflar arasındaki ilişki vekâlet akdinden kaynaklanmaktadır. Davacı, avukat olan davalının vekili olarak, takip ettiği dava sonunda tahsil ettiği parayı kendisine eksik ödendiği iddiası ile bu davayı açmıştır. Yasal dayanağı BK. 392. maddesidir. Bu madde hükmüne göre vekil, müvekkilinin talebi üzerine yapmış olduğu işin hesabını vermeye ve her ne surette olursa olsun vekil olarak müvekkili adına almış olduğu her şeyi müvekkiline ödemeye mecburdur. Hesap verme durumunda olan davalı, davacı adına tahsil ettiği paraları tamamen davacıya ödeyip 12.8.2003 tarihli ibranameyi aldığını savunmuştur. Davacı ise ibranamenin altındaki imza kendisine ait ise de kendisinin aldatıldığını, ibranamenin kendisini bağlamayacağını savunmuştur.
Davalı vekilin dayandığı ibraname bu açıklamalar doğrultusunda incelendiğinde, güven verici gerekli açıklıkta, anlaşılabilir değildir. Bir defa vekilin ne miktar para tahsil ettiği, ne kadar masraf, vekâlet ücreti kesip davacıya ne miktar ödediği belli olmadığı gibi, davacının bunları bildiği hususu da kanıtlanmamıştır. Öyle olunca böyle bir ibranameye itibar edilemez. Davalı avukat tahsil ettiği paranın ne kadar olduğunu, bu paradan ne şekilde ve miktarda davacıya ödediğini ispat etmek zorundadır. …”
Yine Yargıtay Hukuk Genel Kurulu’nun T: 07.11.2007, E: 2007 / 13-208, K: 2007 / 818 sayılı kararında da aynen şu açıklamalara yer verilmiştir(15):
“ … Taraflar arasındaki ilişki vekâlet sözleşmesinden kaynaklanmakta olup, yasal dayanağı BK 386 ve devamı maddeleridir. … Vekil müvekkilinin talebi üzerine yapmış olduğu işin hesabını vermeye ve bu cihetten dolayı her nam ile olursa olsun almış olduğu şeyi müvekkile tediyeye ve zimmetinde kalan paranın da faizini vermeye mecburdur. (BK 392 md.) ... Davacı - karşı davalı vekil eden, vekili olan davalı-karşı davacının icra dosyasından aldığı paranın hesabını vermediği ve kendisine eksik olarak 17.000.000.000 lira ödediği iddiası ile bu davayı açmıştır. Davalı - karşı davacı, ise, davacıya önce 18.000.000.000 lira daha sonra da 4.000.000.000 lira olmak üzere 22.000.000.000 lira ödeme yaptığını, kalan kısmı ise yaptığı masraflar ile vekâlet ücreti alacağına karşılık tuttuğunu ve ödemediğini, ücreti vekâlet alacağından doğan bakiye alacağı da olduğunu savunup, karşı dava açmıştır. Uyuşmazlığın çözümü için davalı -karşı davacı avukatın öncelikle yasaya uygun şekilde vekil edenine hesap verdiğini ve ödeme yaptığını kanıtlaması gerekir. Davalı-karşı davacı bu savunmasını ispat için 13.1.2004 tarihli ibranameye dayanmıştır. Bu ibranamede, icra dosyasından ne miktar para çekildiği, ibra edene ne miktar ödeme yapıldığı, kesilen paranın miktarı ve ne için kesildiği hususlarında herhangi bir açıklama bulunmamaktadır. … ”
Doktrinde de isabetle belirtildiği üzere müvekkilin vekilini, hesap verme ve vekâlet dolayısıyla alınanları teslim etme borçlarından karşılıklı anlaşmayla geçerli şekilde ibra etmesi için müvekkilin bunların içeriğini ve kapsamını bilmesi şarttır. Vekil, hesap verme borcunu yerine getirirken esasen müvekkilinin kendisini muhtemel tazminat taleplerinden ibra etmesini amaçlar(16). Ancak, böyle bir sonuca varabilmek için de müvekkilin hesabı tasvip ederken sonucundan emin olmadığı bazı tazminat taleplerinden vazgeçtiğinin farkında olduğunun kanıtlanması gerekir. Yine tasvibin ve ondan çıkarılan ibra sonucunun mutlak butlan sebepleri veya irade bozuklukları (hata, hile, korkutma) dolayısıyla geçersiz olmaması gerekir(17).
Bu bilgiler ışığında somut uyuşmazlığa bakıldığında şu değerlendirmenin yapılması gerekir: Vekilin dosyaya sunduğu ibranamelerin büyük çoğunluğunda, vekilin şirkete hangi borçlu için ne miktar para ödediği belirli ise de hangi borçludan, hangi tarihte, ne miktar para tahsil ettiği, bu paranın ne kadarının anapara tutarını, ne kadarının faiz tutarını oluşturduğu hususunda hiçbir bir açıklık yoktur. Aynı şekilde ibranamelerin büyük çoğunluğunda vekilin yaptığı masraflar veya vekâlet ücreti için bir kesinti yapıp yapmadığı, yapmış ise kesintinin tutarı ve kesintinin ne için (masraflar için mi yoksa vekâlet ücreti için mi) yapıldığı hususlarında da hiçbir açıklık yoktur. Dolayısıyla mahkemece yapılacak değerlendirmede, müvekkilin, imzaladığı bu ibranamelere rağmen vekilden hesap verme borcunu yerine getirmesini talep etmesinin mümkün olduğu sonucuna varılabilir. Vekil, bu hesap verme borcunu, yukarıda zikrettiğimiz Yargıtay kararlarında ve doktrinde oybirliği ile kabul edilen temel ilkelere uygun bir biçimde, ancak müvekkili adına hangi borçlu aleyhine icra takibi yaptığını, takibe konu ettiği alacağın tutarını, temerrüt faizini, borçludan tahsil ettiği tutarı, bu iş için ne kadar masraf yaptığını, yaptığı masraf ve kendi ücreti için bir kesinti yapıp yapmadığını, bir kesinti yapmış ise bunun tutarını tüm belgelerini ibraz ederek ve gereken açıklamalarda bulunarak yerine getirebilir.
Ayrıca, vekilin müvekkili adına, aleyhlerine icra takibi yaptığı bazı borçlulardan almış olduğu ve müvekkil şirketin bu borçlulardan hiçbir hak ve alacağının kalmadığını gösteren kimi ibranamelerde takip konusu alacağın tutarını, temerrüt faizini, alacağın ne kadarının haricen ödendiğini gösteren hiçbir açıklayıcı bilgiye yer verilmediği görülmektedir. Birkaç örnek vermek gerekirse, bazı ibraname metinleri aynen şu şekildedir:
“ … Adana 10. İcra Müdürlüğü’nün 2013 / 10840 Es. Sayılı dosyasına yönelik olarak dosya borçlusu Sayın Y.Ç.’den alacağımızı haricen tahsil edilmiştir. İş bu gün itibari ile kendilerinden bu dosyaya yönelik olarak hiçbir hak ve alacağımız kalmamıştır. Kendilerini ibra ederiz. 05.02.2014.”
“Adana 4. İcra Müdürlüğü’nün 2013 / 5786 Esas sayılı icra takip dosyasına yönelik olarak dosya borçlusu E.C.’den dosyamız alacaklarını haricen tahsil ettik. İş bugün itibariyle borçludan hiçbir hak ve alacağımız kalmamıştır. Kendilerini ibra ederiz. 17.02.2014.”
“Adana 11. İcra Müdürlüğü’nün 2013 / 264 Es. sayılı dosyasına yönelik olarak dosya borçlusu Sayın U.A.’dan alacağımızı tahsil harcı hariç (tahsil harcı ödendiğinde uyaptan düşümü yapılacaktır.) haricen tahsil edilmiştir. İş bu gün itibari ile kendilerinden bu dosyaya yönelik olarak hiçbir hak ve alacağımız kalmamıştır. Kendilerini ibra ederiz. 15.01.2013.”
“Adana 2. İcra Müdürlüğü’nün 2012 / 11964 Es. Sayılı dosyasına yönelik olarak dosya borçlusu Sayın A.M.’den alacağımızı tahsil harcı hariç (tahsil harcı ödendiğinde uyaptan düşümü yapılacaktır.) haricen tahsil edilmiştir. İş bu gün itibari ile kendilerinden bu dosyaya yönelik olarak hiçbir hak ve alacağımız kalmamıştır. Kendilerini ibra ederiz. 09.01.2013.”
“Adana 11. İcra Müdürlüğü’nün 2013 / 2222 Es. Sayılı dosyasına yönelik olarak dosya borçlusu S.Ç.’den alacağımızı tahsil harcı hariç haricen tahsil edilmiştir. İş bu gün itibari ile kendilerinden bu dosyaya yönelik olarak hiçbir hak ve alacağımız kalmamıştır. Kendilerini ibra ederiz. 11.12.2013.”
“Adana 11. İcra Müdürlüğü’nün 2012 / 6852 Es. Sayılı dosyasına yönelik olarak dosya borçlusu Sayın H.D.’den alacağımızı tahsil harcı hariç haricen tahsil edilmiştir. İş bu gün itibari ile kendilerinden bu dosyaya yönelik olarak hiçbir hak ve alacağımız kalmamıştır. Kendilerini ibra ederiz. 01.08.2012. … ”
Yine dosyada yer alan borçlu H.Ç., A.S., A.Y., G.K. adına düzenlenmiş ibranamelerin içeriklerinin de bu yönde olduğu görülmektedir.
Vekilin, müvekkili adına takip ettiği borçlulardan aldığı yeterli hiçbir açıklık taşımayan bu ibranameler de, müvekkilin vekili ibra ederken yeterince aydınlatılmadığına işaret etmektedir. Zira bir müvekkilin, borçlulardan alınan ve fakat hiçbir açıklık içermeyen böylesi ibranamelere dayanılarak aydınlatıldığı ve böylece vekâlet konusu işin ifası hususunda vekilini tam bir açıklıkla bilgi sahibi olarak ibra etmiş olduğu iddia edilemez.
E. SONUÇ
Yukarıda açıklanan gerekçeler ışığında takdir sayın mahkemeye ait olmak üzere aşağıdaki sonuçlara varılmıştır:
1. Davalı şirketin davacıya gönderdiği “İcra dosyaları ilgili yeni çalışma şartlarımızın … tebliğidir.” başlıklı belgedeki irade açıklamaları taraflar arasındaki avukatlık sözleşmesinin hükümlerini tek başına değiştiremez. Davalı şirketin bu belgedeki irade açıklamaları ancak taraflar arasındaki avukatlık sözleşmesinin hükümlerinin değiştirilmesine ilişkin bir öneri olarak kabul edilebilir ki bu önerinin kabul edilmesi ya da reddedilmesi mümkündür. Nitekim davacı avukat da bu değişiklik önerisini reddetmiştir.
2. Eğer taraflar, sözleşme kurulduktan sonra bir süre (kendi ifadeleriyle) “kırım usulü” ile çalışmışlar, ancak daha sonra bu usulü değiştirmişler ve fakat bir süre sonra davalı şirket (müvekkil), vekile tekrar “kırım usulü” ile çalışma önerisinde bulunmuşsa, vekilin bu öneriyi hayatın olağan akışına ve hukuka aykırı bulduğunu beyan ederek sözleşmeyi haklı sebeple feshetmesi mümkün olamasa gerekir. Zira vekilin, davalı şirketin taraflar arasında bir süre onların karşılıklı rızaları ile uygulanmış bulunan bir çalışma usulünün yeniden uygulanmasına yönelik bu önerisi üzerine, davalı şirketle arasındaki sözleşmeyi, kendisine bu kez hayatın olağan akışına ve hukuka aykırı bir öneride bulunulduğu gerekçesi ile haklı sebeple feshetmesi TMK.m.2’deki dürüstlük kuralına aykırıdır.
3. Yazılı şekilde yapılmış bir sözleşmenin tarafları sözleşmenin muvazaalı olduğunu iddia ediyorlarsa onlar da senede karşı senetle ispat zorunluluğuna tabidirler. Ancak senede karşı senetle ispat kuralının bazı istisnaları vardır. Bu istisnalar temelde kanundan kaynaklanmaktadır. Bununla birlikte Yargıtay son yıllarda verdiği bazı kararlarında “hayatın olağan akışına aykırılık” gerekçesi ile adeta yeni bir istisna meydana getirmiştir. Dolayısıyla mahkeme, yapacağı inceleme ve değerlendirmede: a. Davalı şirketin, taraflar arasındaki sözleşmede, avukatına tahsilât şartına bağlı olmaksızın bir ücret ödeyeceğine, hatalı işlemlere neden olan avukatını hiçbir şekilde sorumlu tutmayacağına, bu gibi hâlleri haklı nedenle fesih sebebi addetmeyeceğine, böylesine işlemlerin sonuçlarına bizzat kendisinin katlanacağına dair hükümleri kabul etmiş olmasını ve b. Davacı avukatın sözleşme ilişkisi içinde olduğu müvekkilinden (davalı şirketten) 5 yılı aşkın bir süre boyunca ücretini almak için hiçbir girişimde bulunmamış olmasını, bu konuda noter kanalıyla ihtarname dahi yollamamış olmasını, şirket aleyhine dava yoluna gitmemiş, icra takibi yapmamış olmasını hayatın olağan akışına aykırı olgular olarak nitelendirebilir. Hâl böyle olursa mahkemenin davacının sunduğu sözleşmenin (yazılı delilin) güvenilirliğinden şüphe etmesi ve ispat yükünün yer değiştirdiğine kanaat getirmesi mümkündür.
4. Türk Ticaret Kanunu’nun 21. maddesinin 2. fıkrasındaki faturaya alındığı tarihten itibaren 8 gün içinde itiraz edilmemesine ilişkin düzenlemenin serbest meslek makbuzları bakımından doğrudan doğruya ya da kıyasen uygulanması mümkün değildir.
5. Müvekkilin imzaladığı ibranamelerden onun yeterince aydınlatıldığı sonucuna varılamaz zira ibranamelerde vekilin hangi borçludan, hangi tarihte, ne miktarda anapara ne miktarda faiz tahsil ettiği ve müvekkili adına yaptığı takiplerde kendi masraf ve vekâlet ücreti alacağı için bir kesinti yapıp yapmadığı; yaptı ise bunun tutarı ve kesintinin ne için yapıldığı belirlenmemiştir. O hâlde, mahkemece yapılacak değerlendirmede, davalı şirketin imzaladığı ibranamelere rağmen vekilinden hesap verme yükümlülüğünü yerine getirmesini talep etmesinin mümkün olduğu sonucuna varılabilir.
* Bu hukukî mütalaa 07.07.2015 tarihinde kaleme alınmıştır.
(1) Özer Seliçi; Borçlar Kanunu’na Göre Sözleşmeden Doğan Sürekli Borç İlişkilerinin Sona Ermesi, İstanbul, 1977, s: 192; Suat Sarı; Vekâlet Sözleşmesinin Tek Taraflı Olarak Sona Erdirilmesi, İstanbul, 2004, s: 166.
(3) Davalı şirket, gerçekte bu teklifin kendilerinden sadır olmadığını, bu teklifin bizzat davacı tarafından hazırlanarak gelecekte açacağı davada kullanılmak üzere kendilerine hile ile imzalatıldığını iddia etmiştir. Hile iddiasının varit olup olmadığı elbette mahkemenin takdirindedir.
(4) Seliçi, age, s: 196 - 197.
(5) Hakan Pekcanıtez / Oğuz Atalay / Muhammed Özekes; Hukuk Muhakemeleri Kanunu Hükümlerine Göre Medenî Usul Hukuku, 14. Bası, Ankara, 2013, s: 758.
(6) Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.
(7) Hüseyin Ülgen / Mehmet Helvacı / Abuzer Kendigelen / Arslan Kaya / N. Füsun Nomer Ertan; Ticari İşletme Hukuku, İstanbul, 2015, s:136.
(8) Fatura, Yargıtay’ın T: 27.06.2003, E: 2001 / 1, K: 2001 / 3 sayılı İçtihadı Birleştirme Kararı’nda da şu şekilde tanımlanmıştır: “ … ticari satışlarda satıcı tarafından alıcıya verilen ve satılan malın miktarını, vasıflarını, ölçüsünü fiyatını ve sair hususları veya ifa edilmiş hizmetleri gösteren hesap pusulası olup ticari bir belge niteliğindedir. …” (RG. 24.12.2003; S: 25326).
(9) Veysel Başpınar; Vekilin Özen Borcundan Doğan Sorumluluğu, Ankara, 2004, s: 145.
(10) Haluk Tandoğan; Borçlar Hukuku Özel Borç İlişkileri, C: 2, İstanbul, 1989, s: 482.
(11) Mustafa Alper Gümüş; Türk - İsviçre Borçlar Hukukunda Vekilin Özen Borcu, İstanbul, 2001, s: 177.
(12) Fikret Eren; Borçlar Hukuku Özel Hükümler, Ankara, 2014, s: 728.
(13) Mustafa Alper Gümüş; Borçlar Hukuku Özel Hükümler, C: 2, İstanbul, 2012, s: 169.
(14) Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.
(15) Kazancı İçtihat Bilgi Bankası.
(16) Tandoğan, age, s: 484.
(17) Tandoğan, age, s: 488.